25 Aralık 2018 Salı

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’NİN EŞBAŞKANI ERDOĞAN

TÜRK SAĞININ ve İSLAM’IN AMERİKA AŞKI (4)

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’NİN EŞBAŞKANI ERDOĞAN
Milli Şef” İsmet İnönü’nün imzaladığı ikili anlaşmalarla açılıp Amerika’ya uzanan dikenli aşk yollarında nice siyasal liderler ve İslamcı inanç önderlerinin gelip geçtiğinden söz ediyorduk.
Önceki yazılarda Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun, Necip Fazıl ve Said-i Nursi’nin, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Tansu Çiller’in Amerika’ya aşklarından dem vurmuştuk. Sıra geldi Recep Tayyip Erdoğan’a.
Tayyip Erdoğan on altı yıldır ülkeyi ve devleti tek başına yönetiyor. Bu başarı “Yeşil Kuşak” politikalarının ve yerli sermayenin kendi içinde ayrışmasının sonucudur. Ayrıntıya girmeden özetle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD emperyalizminin sosyalist bloka karşı ‘Yeşil Kuşak’ politikası çerçevesinde ‘ılımlı ve olumlu’ İslamcı hareketleri desteklemesi; Türkiye’de devletin sola karşı çıkarmak üzere İslamcı eğitim öğretim kurumlarını yaygınlaştırması, siyasal İslam’ın kendi ayakları üzerinde durmasını sağladı. 1970’li yıllara değin, merkez sağ partilerin oy deposu olarak dolaylı yoldan politik dengeleri etkileyen İslamcı hareket, “Anadolu Aslanları” denilen sermaye gruplarının (Eren Erdem’in ifadesiyle nurjuvazi’nin) temsilcisi olarak partileşti; nihayet, 1994 ve 2001 ekonomi krizlerinin neden olduğu yoksulluk ve yolsuzluk ortamında tek başına iktidara geldi.
Vurgulanmalı ki, Erdoğan’ın Amerika’ya duyguları aşk ile açıklanamaz. Anılan sağcı liderler dünya görüşü ve hayat tarzı olarak Amerika’ya âşık siyasetçilerdi. Erdoğan ise dünya görüşü ve hayat tarzı olarak Müslümandır, Millî Görüş hareketinden gelmiştir. Her ne kadar AKP’yi kurarken “Millî Görüş gömleğini çıkardık” dediyse de Erdoğan o gömleği hiçbir zaman çıkarmadı, İslamcı kimliğini terk etmedi. İslam ise insanları müm’in-kâfir (veya gâvur-Müslüman), ülkeleri de Dârü'l islâm-Dârü'l Harb (Dârü'l küfr) diye ayırır; gayrimüslimlerin dost edinilmemesini, din yalnız Allah’ın oluncaya değin kâfirlerle savaşılmasını, yani cihadı emreder. Dolayısıyla Erdoğan’ın Amerika ve genel olarak Batı dünyası ile ilişkilerinde duygu anlamında aşka yer yoktur.
 ***

AB İLE KATOLİK NİKÂHI
Erdoğan’ın Avrupa ve ABD ile ilişkilerinde duygu anlamında aşka yer olmadığını söylerken, emin olmadığımı da belirtmek istiyorum. Zira, Erdoğan Amerika’ya âşık bir siyasetçi olmasa da, dış politikada, takipçisi olduğu sağcı siyasetçilerin akıllarından bile geçirmedikleri derecede Avrupa ABD ile yakınlaştı.
Örneğin, iktidarının daha ilk haftasında devrin İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ile görüşmek için yola çıkmıştı. Yolculuk Ramazan ayına rastlamıştı; buna karşın uçakta gazetecilere içki bile ikram etmişti. Berlusconi ile hoşbeş eder etmez, “Avrupa Birliği ile Katolik nikâhı kıymak istediklerini” söylemişti. (Hürriyet, 14 Kasım 2002.) Şahsen, Avrupa-Amerika âşığı hiçbir siyasetçinin bu tarz bir söylemini anımsamıyorum.
***

AMERİKAN ASKERLERİ İÇİN DUA!
İlk Washington ziyareti de ABD’nin Irak’ı tekrar işgal etmeye hazırlandığı günlere rastlamıştı. Erdoğan, ABD Başkanı Dabulyu Bush ile sıkı pazarlık etmiş, yurda döndüğünde Irak’ın işgaline Türkiye’yi ortak etmek için TBMM’de olağanüstü çaba göstermişti. İşgal tezkeresi İç Tüzük engeline takılınca Türkiye hava sahasını işgalcilere açmakla yetinmek zorunda kalmıştı. İşte o günlerde Erdoğan, bir Amerikan gazetesine “We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible.” diye yazmıştı. (The Wall Street Journal, 31 Mart 2003.) Kelime kelime Türkçesi, “cesur ve genç kadın ve erkeklerin en az kayıpla ülkelerine dönmesi için dua… ” Yani, Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin sağ salim dönmeleri için dua!
Düşünüyorum da Amerika âşığı hiçbir siyasetçinin bu tarz bir söylemini anımsamıyorum. Ben anımsamasam da bu tarz bir söylem tutturan siyasetçi varmış. Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı iken "Dünya barışı için son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir" demiş. (Milliyet, 16 Mayıs 2006,  http://www.milliyet.com.tr/-abd--cocuklarini-barisa-feda-etti-/siyaset/haberdetayarsiv/16.05.2006/156893/default.htm)
ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi, Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığını zirveye çıkarmıştı. O günlerde Erdoğan Başbakan sıfatıyla bir kez daha Washington yolcusuydu. Bu yolculuk sırasında Erdoğan’ın Amerikan karşıtlığından yakınması manşetlere yansımıştı. Erdoğan, “Bu ilk kez ortaya çıkmadı. Talihsizlik anamuhalefetin de o çizgide olmasıdır” diyordu. (Milliyet, 8 Haziran 2005.)
***



BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİNİN EŞBAŞKANI TAYYİP ERDOĞAN
Devam edelim. Irak’ın işgalinden sonra Erdoğan, Yeşil Kuşak politikasının devamı Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) eşbaşkan oldu, Diyarbakır’ı da BOP’un merkezi ilan etti. BOP, Asya’dan Afrika’ya uzanan coğrafyada İslam ülkelerine sözüm ona Batı’dan “demokrasi ihracı” amaçlı bir projedir. Nasıl bir proje olduğu Irak, Libya ve Suriye işgallerinden, İran’a yönelik ambargodan, Arap Baharı olarak adlandırılan kalkışmalardan bellidir. Sözün özü, İslam coğrafyasını Batı emperyalizmine daha derin bağlarla eklemleme projesidir.
Erdoğan’ın BOP Eşbaşkanı olması benim uydurmam değil. Şahsen bizatihi kendisi söyledi. Hafıza-i beşer nisyan ile malûl olsa da evrensel kütüphane internet ortada. Dileyen, Google hazretlerine sadece “Erdoğan, BOP, Diyarbakır” yazıp sorabilir.
***

Erdoğan’ın ABD ve Avrupa ile ilişkilerindeki tutumu, kısacık bir yazıya sığmayacak, ciltler dolusu kitaplar yazılacak kadar derin bir konudur. Geçmişte ben de çok yazı yazdım. Tekrarına gerek yok. Dileyen, yakın tarihte yazdığım (https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2017/10/ikinci-istiklal-harbinin-baskomutani.html adresindeki) “İKİNCİ İSTİKLAL HARBİ’NİN BAŞKOMUTANI TAYYİP ERDOĞAN!” başlıklı yazıya bakabilir.
***

İŞ GÜVENCESİNİ BUDAYAN TAYYİP ERDOĞAN
Erdoğan’ın Amerika ve genel olarak Batı dünyası ile ilişkilerinde duygu anlamında aşka yer olmadığını; ancak, Erdoğan’ın dış politikada, takipçisi olduğu, Amerika’ya âşık sağcı siyasetçilerin akıllarından bile geçirmedikleri derecede ABD ve Avrupa ile yakınlaştığını söylemiştim.
Önceki yazılarda ABD ve Avrupa emperyalizmiyle bu denli yakınlaşmanın, içerde sol düşünceye, emek barış ve demokrasi güçlerine hasımlık olduğunu da kaydetmiştim. Tayyip Erdoğan da sol düşünceye, emek barış ve demokrasi güçlerine hasımlıkta, takipçisi olduğu sağcı liderlerden geri kalmadı. Eski bir yazıdan alıntı yaparak, sadece bir icraatını anımsatayım.
“Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olur olmaz TBMM’den geçirdiği ilk yasayı hatırlayan bir işçi veya sendikacı var mıdır? Herhalde yoktur. Naçizane hatırlatalım.
Karaoğlan Ecevit, son başbakanlığı döneminde çok günahlar işledi. Her bir icraatı, Meclis’ten geçirdiği her bir kanun, ‘halkçı Ecevit’in tabutuna çakılan birer çivi oldu. Her şeye karşın, başbakan olarak son nefesini verirken kendisini Karaoğlan yapanları anımsadı, İş Güvencesi Yasası’nı Meclis’ten geçirdi. Yasa, 10 veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde işçinin haklı bir neden olmaksızın işten atılamayacağını öngörüyordu. Mesela patron sendikal faaliyet nedeniyle işten atamayacaktı. İşten atan patron, haklı bir nedenle işten çıkardığını kanıtlamak zorunda olacaktı. Atılan işçi mahkemeye başvurduğunda patron haklı bir nedenle işten attığını kanıtlayamazsa işçiyi yeniden işe almak ve tazminat ödemekle yükümlü olacaktı.
Taslak olarak 2000 yılında yola çıkan yasanın işçiler için taşıdığı önem apaçıktı. Patronlar tasarının yasalaşmaması için çok sert direniş göstermişlerdi. TÜSİAD ve MÜSİAD, aralarındaki pasta paylaşım kavgasını bırakmışlar, tasarıyı engellemek için kampanya yürütmüşlerdi. Patron örgütlerine göre tasarı vatana ihanet kabilinden felaket tasarısıydı. Medyada üslenmiş devşirmeler ve dönekler de tasarının piyasa gerçeklerine ne denli aykırı düştüğünü propaganda etme çabasındaydılar. Sonuçta tasarı 9 Ağustos 2002’nin ilk saatlerinde Meclis’ten geçerek yasalaştı. Patronlar, yasanın altı ay sonra, yani 15 Mart 2003 tarihinde yürürlüğe girmesi şartıyla direnişten vazgeçtiler. Herhalde, o tarihe kadar kim öle kim kala hesabı yapmışlardı. Nitekim öyle oldu. Meclis bir daha toplanamadı; 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP anayasayı değiştirmeye yeterli çoğunlukla iktidara geldi.
Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi önlendiği için AKP’nin ilk hükümeti Abdullah Gül başkanlığında kurulmuştu. Nihayet, Deniz Baykal’ın himmetiyle Tayyip Erdoğan 9 Mart 2003’te Siirt milletvekili olarak Meclis’e girdi; 14 Mart’ta Başbakanlık koltuğuna oturdu.
O tarihlerde Türkiye’nin başında ABD’nin Irak’ı işgal belası da vardı. Bülent Ecevit biraz da hem bu işgale razı olmadığı hem de İş Güvencesi Yasası’nda ısrar ettiği için iktidardan düşürülmüştü.
Bu şartlar altında iktidara gelen Tayyip Erdoğan’ın savaştan bile öncelik verdiği konu, İş Güvencesi Yasası’nın budanması oldu. Güven oylamasını ve 20 Mart’ta başlayacak işgali bile beklemedi. “İş Güvencesi psikolojik rahatsızlık ve baskı yarattı. Kriz ve savaş ortamında işveren kesimi bundan çok rahatsız. Rahatlatıcı bir karar almamız lazım.” diyerek, tek cümlelik bir kanunu 16 Mart’ta Meclis’ten geçirdi. Kanun, İş Güvencesi Yasası’nın yürürlüğünü 30 Haziran 2003 tarihine öteliyordu. Patronlar sevinçliydi. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, sevincini “AKP bizi çok mutlu etti” sözleriyle dile getirdi.
Ne ki Çankaya Köşkü’nde farklı bir Cumhurbaşkanı vardı. Ahmet Necdet Sezer, erteleme yasasının “sosyal hukuk devleti” ilkesiyle bağdaşmadığı, “işsizliği önleyici ve ulusal gelirin adaletli biçimde dağıtımını sağlayıcı önlemler almanın sosyal hukuk devletinin görevleri arasında olduğu” gerekçesiyle geri gönderdi.
Ancak “garip gureba, işçi köylü hamisi” Erdoğan pes etmedi; İş Güvencesi’ni 10 Haziran 2003’te yürürlüğe soktuğu 4857 sayılı İş Kanunu’na dahil ederek içini boşalttı. Bülent Ecevit’in bıraktığı yasa 10 ve daha fazla işçinin çalıştığı işyerlerinde geçerliyken, Tayyip Erdoğan’ın çıkardığı yasa 30 ve daha fazla işçinin çalıştığı işyerlerinde geçerli oldu. Böylece işçilerin yarısından fazlası iş güvencesi kapsamı dışına çıkartıldı. İşe iade durumunda ödenecek tazminat tutarı da 6/12 aylık yerine 4/8 aylık sınıra geriletildi.” (Yazının tamamı için bakınız, http://www.suvaridergi.org/content/view/2488/2/)
***

Hulasa, Tayyip Erdoğan Amerika’ya âşık bir siyasetçi olmasa da, dış politikada, takipçisi olduğu sağcı siyasetçilerin akıllarından bile geçirmedikleri derecede ABD ve Avrupa ile yakınlaştı. Sol düşünceye, emek barış ve demokrasi güçlerine hasımlıkta da, takipçisi olduğu sağcı siyasetçileri fersah fersah geçti.
“Türk Sağının ve İslam’ın Amerika Aşkı” dizimizin gelecek yazısında askerlerden söz edeceğiz.

5 Aralık 2018 Çarşamba

BEYAZ SARAY’DA GÖRÜCÜYE ÇIKAN SARIŞIN GÜZEL KADIN


TÜRK SAĞININ ve İSLAM’IN AMERİKA AŞKI (3)
BEYAZ SARAY’DA GÖRÜCÜYE ÇIKAN SARIŞIN GÜZEL KADIN
Milli Şef” İsmet İnönü’nün imzaladığı ikili anlaşmalarla açılıp Amerika’ya uzanan dikenli aşk yollarında nice siyasal liderler ve İslamcı inanç önderlerinin gelip geçtiğinden söz ediyorduk.
Önceki yazılarda Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun, Said-i Nursi’nin, Necip Fazıl’ın, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın Amerika’ya aşklarından dem vurmuştuk.
Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal sonrasında sağın liderliğine Prof. Dr. Tansu Çiller reva görüldü. Çiller, Haziran 1993-Aralık 1995 döneminde Başbakan oldu.
Tansu Çiller, 1963-1974 yılları arasında akademik çalışmalar dolayısıyla 11 yıl yaşadığı Amerika’yı vatanı sayacak derecede Amerika aşığı bir politikacı olarak siyasi tarihe geçti. Çiller, Amerika aşkını gizlemeye gerek görmedi; zaten gizlenemeyecek kadar derindi Amerika aşkı, kendi itirafıydı. Nisan 1994’te New York’ta Amerikan Türk Cemiyeti’nde “Amerika benim ikinci vatanım” diye konuştuğu gazete arşivlerinde kayıtlıdır. (Hürriyet, 16 Nisan 1994.)
Dahası, Çiller’in Amerika’yı birinci vatanı saydığına ilişkin itirafı da kitaplara geçmiştir. Çiller bu aşkını ANAP’lı İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’a itiraf etmişti. Çiller 1980’ler biterken siyasete ilgi duyduğunda Dalan’a yanaşmıştı. Bir yandan TÜSİAD’a bir yandan Dalan’a bir yandan da ilişkide olduğu Amerikalı diplomatlara ve holding şeflerine raporlar sunuyordu. Mahrem bilgilerle yüklü bu raporlardan yılda 100 bin dolar kazandığı söyleniyordu. Bedrettin Dalan, Amerikalılara sunulan raporları öğrenince, danışmanı Tansu Çiller’e bunun casusluk olduğunu söyledi, “Bir daha böyle şeyler yapma!” diye öğütledi. Çiller, “Amerika’yı birinci vatanım hissediyorum. Birinci vatanım Amerika, ikinci vatanım Türkiye.” diye karşılık verdi. (Anlatan Faruk Bildirici, Maskeli Leydi, Ümit Yayıncılık, Ankara 1998, s: 154.)
***

ABD VATANDAŞI ÇİLLER?
Dahanın da dahası, aktif siyaset yaptığı dönemde, Tansu Çiller’in ABD vatandaşı, hatta CIA ajanı olup olmadığı tartışması gündemden hiç düşmedi.
Çiller’in ABD vatandaşı olup olmadığı tartışması 1993’te başladı. Çiller iddialara “Böyle bir talebi çok yıllar önce reddettik” diye karşılık verdi. (Hürriyet, 18 Haziran 1993.)
Çiller, ABD’de yaşayan bir kişi hakkında otomatik olarak “vatandaşlık” işlemlerinin başlatıldığını savundu. Karşılık olarak, ABD’de vatandaşlık için bir kişiye teklif götürülmediği, “otomatik vatandaşlık” diye bir şey olmadığı açıklamaları yapıldı. Ek olarak, ABD’yi vatan belleyen, ABD vatandaşı olsunlar diye çocuklarını Amerika’da doğuran Çiller’in (teklif edildiyse) ABD vatandaşlığını reddetmesinin mantıklı olmadığı vurgulandı.
Tansu Çiller'in ABD vatandaşlığıyla ilgili iddialar 28 Şubat sürecinde tekrar yaygınlaştı, sayısız haberlere ve köşe yazılarına konu oldu. Yalçın Doğan, Çiller’in ABD vatandaşlığıyla ilgili gelişmeleri özetlediği yazısının başlığında “ABD’de Çiller’i kim koruyor?” diye sordu. Yalçın Doğan’ın yazdığına göre, Çiller’in ABD pasaportu taşıyıp taşımadığına ilişkin Türkiye kaynaklı sorulara ABD Dışişleri Bakanlığı, 1974 tarihli Mahremiyet Yasası gerekçesiyle, “sadece pasaport sahibine veya yasal vasisine bilgi verilebilir” diye karşılık verdi. (Milliyet, 13 Şubat 1997.)
Yalçın Doğan, “Çifte sadakat” başlıklı yazısında ise, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın ABD Dışişleri’nden Çiller’in vatandaşlık durumunu resmen sorduğunu, ABD Dışişleri’nin “Çiller’in Amerikan vatandaşlığını ne teyit ediyoruz ne de reddediyoruz” diye yanıt verdiğini kayda geçirdi. (Milliyet, 13 Mayıs 1999.)
***

“İSTANBUL’UN GÜLÜ” KOD ADLI CIA AJANI?
Tansu Çiller’in CIA ajanı olup olmadığı tartışması da benzer bir süreç izledi, medyada sıkça yazıldı, hatta iddia Ergenekon davası dosyasına bile girdi.
Çok satışlı gazetenin “Çiller’e casusluk davası yolu açıldı” başlıklı haberinde, Genelkurmay Başkanlığı’nın Tansu Çiller hakkında casusluk suçundan dava açmaya hazırlandığı belirtiliyor ve casusluk iddiasının ayrıntılarına yer veriliyordu. Haber, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na yaptığı suç duyurusuna dayandırılmıştı. Buna göre, Çiller 1967’de Robert Kolej İktisat Bölümü’nü bitirdikten sonra Ankara’da ABD Büyükelçiliği’ne giderek “ABD çıkarları için görev almaya hazır” olduğunu belirtti. CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın araştırmalarından sonra Çiller özel vizeyle ABD’ye gitti, ikamet ve çalışma izni sağlayan Green Card’a (yeşil kart) kavuştu. Çiller 1970-1971 arasında CIA’nın Virgina’daki özel kampı Camp Peary’da eğitim gördü; eğitimini tamamladıktan sonra ABD Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu ve Kuzey Afrika Masası’nda “Çağrılı personel” olarak görevlendirildi. Çiller, ABD vatandaşlığı için 23 Nisan 1973’te başvurdu; referans olarak CIA Yabancılar İstihbarat Birimi, FBI ve ABD Dışişleri İstihbarat Dairesi’ni gösterdi; 1 Temmuz 1979’da ABD vatandaşı oldu. (Sabah, 17 Temmuz 1997.)
Dediğimiz gibi, Çiller hakkındaki casusluk iddiaları, Ergenekon davası dosyasına bile girdi. MİT tarafından mahkemeye gönderilen CD’de iddia şöyle özetleniyordu:
“1999 yılında da gündeme gelen bu iddialara göre, Türkiye’deki bazı siyasetçiler Çiller’in iktidarda olduğu 1993-1996 yılları arasında ABD’deki malvarlığını araştırmak üzere bir hukuk bürosuyla anlaştı. Büro, CAL kod adlı eski bir CIA ajanıyla çalışmaya başladı. CAL, Çiller’i bizzat tanıyan ve Prag’da yaşayan Fish adlı ajana ulaştı ve tanıklık yapmasını istedi. Fish Almanya’nın Frankfurt kenti yakınlarındaki Amerikan Üssü’nde verdiği ifadede, Çiller’in 1979 yılında Amerikan vatandaşlığına geçtiğini ve bu bilgilerin “çok gizli” olduğunu belirtti. Fish, Çiller’in 1979’da “ABD çıkarlarını kollayan yabancı ülke vatandaşlarına Amerikan vatandaşlığı verilebileceğini ve bunun gizli tutulacağını” öngören 8 USC 1427 (f) yasasına göre ABD vatandaşı olduğunu söyledi. Çiller'in 1967’den beri “İstanbul'un Gülü” kod adıyla CIA için çalıştığını, özel eğitimden geçirildiğini ve bu dönemde Yale Üniversitesi’nde post-doktora yaptığını da öne sürdü. ABD’li yetkililer, Fish’i bu işin üzerine gitmemesi yönünde uyardı. İfade kurye aracılığıyla avukatlık bürosuna gönderilecekti. Fakat, Fish, evinde çıkan bir yangında hayatını kaybetti, Çiller'in ajanlığına ilişkin belgeler de kayboldu!” (Vatan, 5 Haziran 2009; http://www.gazetevatan.com/mit-in-ergenekon-cd-leri-sanik-avukatlarina-verildi-241941-siyaset/)
***

CLİNTON ÇİLLER’E AŞIK OLDU MU?
Tansu Çiller’in siyasete ilgi duyduğunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ANAP’lı Bedrettin Dalan’a yaklaştığını söylemiştik. Dalan 1989 seçimini yitirince Çiller, Dalan’ı terk edip merkez sağın diğer partisi, Süleyman Demirel liderliğindeki DYP’ye geçti. Hazırladığı ekonomi analizleriyle Demirel’in gözüne girmeyi başaran Çiller, 1991 yılı sonunda kurulan DYP-SHP hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı, Haziran 1993’te de Başbakan oldu.
Devraldığı iktidar geleneğinin ritüeli olarak Başbakan Tansu Çiller’in de dış politikada en önemli durağı Beyaz Saray idi. Kendisinden önceki merkez sağ liderler Demirel’in kankası Lyndon Johnson, Özal’ın kankası George Bush idi; kanka olarak Çiller’in kısmetine o tarihteki ABD Başkanı (saksafoncu) Bill Clinton çıktı.
Daha önce uzun yıllar Amerika’da yaşayan Çiller, Başbakan sıfatıyla yapacağı ilk ABD ziyaretine büyük önem veriyordu. Beyaz Saray’da yapılacak görüşme sırasında Başkan Clinton’a vereceği hediyenin rengi deseni, Amerikan medya ve iş çevreleriyle yapacağı görüşmeler en küçük ayrıntıya değin planlandı. Her şey, “sarışın güzel kadın” etiketine ayarlandı. Çiller, modern kadın kimliği, zarafeti, güzelliği, şıklığı ve mükemmel İngilizcesiyle muhataplarını etkilemeli, kendisine hayran bırakmalıydı! Ziyaret öncesinde medya camiasında Çiller’in “Göreceksiniz, Başkan Clinton bana âşık olacak” dediği şeklinde dedikodular dolaşıyordu.
İlk Beyaz Saray ziyareti, dedikoduları güçlendiren anlatılarla tarihe geçti. Gecelemesi için Çiller’e Beyaz Saray yerleşkesindeki Blair House’u tahsis eden Clinton, 45 dakika planlanan görüşme süresini 2 saat 45 dakikaya çıkarınca, üstelik basın toplantısında Çiller’in hediye ettiği kravatı boynuna takınca, hele bir de Çiller’i kapıya kadar geçirip makam aracına bindirirken arkasından el sallayınca, medyamız düğün bayram etti. Ortak gurur ve sevinç içinde manşetlere “Çiller, Clinton’ı büyüledi” diye başlık atıldı. Hediye kravatın basın toplantısında Clinton’ın boynuna geçmesi, Çiller’in güzelliği ve mükemmel İngilizcesiyle Amerikalıları büyülediği(!) anlata anlata bitirilemedi. Beyaz Saray’ın sütunlu yolunda yürürken Clinton’ın hafifçe Çiller’in sırtına dokunduğu da yazıldı. Daha Monica Lewinsky skandalı patlamamıştı ama medyamız Başkan Clinton’daki seksapeliteyi keşfetmekte gecikmemişti. Türk medyası, diplomasinin kurallarını ve ciddiyetini bir kenara bırakıp, Sarışın Güzel Kadın’ı pazarlama yarışına girmişti. Ziyareti izleyen yazarlar satır aralarında erotik dokundurmalardan kaçınmamışlardı. “Kimya tuttu. Çiller sarışın ve güzel. Bizim köylü görünümlü erkek politikacılardan farklı. Connecticut’ta kolejden arkadaş gibiler. Canı istediği zaman telefon açıp ‘Hey Bill’ diyecek kadar yakınlar...” cümleleri birbirlerini tamamlıyordu.
Başbakan Çiller, Beyaz Saray’a Türkiye-ABD ilişkilerini Güçlendirilmiş Ortaklık düzeyine çıkarma hedefiyle girmişti ama Clinton, sadece Irak’a uygulanan ambargodan Türkiye’nin gördüğü zarara mahsuben, boru hattında kalmış 90 milyon dolar tutarındaki petrolün Türkiye’ye verilmesine razı olmuştu. Çiller, umduğunu bulamamıştı ama medyamızın umurunda değildi. Önemli olan Çiller ile Clinton’ın Happy couple “Mutlu çift” resmi vermesiydi.
Türk medyasının tarifsiz gurur ve sevincine karşılık, Clinton-Çiller görüşmesi Amerikan medyasında yer bulamadı. New York Times iç sayfalarda küçük bir haber olarak “Clinton Türk ziyaretçinin yardım ricasını dinledi” şeklinde duyurdu. Basın toplantısını ise CNN sadece Avrupa yayınlarına aldı; ABD’deki CNN izleyicilerinin haberi bile olmadı. Amerikan lobi firmalarına akıtılan milyon dolarlar boşa gitmişti. Giderse gitsin, nasıl olsa Türkiye vatandaşlarının cebinden çıkıyordu. Amerikan medyası Çiller’i fark etmese de Clinton’ın mezun olduğu Georgetown Üniversitesi fark etti, Çiller’e fahri doktora unvanı verdi. Çiller de üniversiteye 100 bin dolar bağışladı. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmezdi!
Ziyaretten iki hafta sonra ise Amerikan Newsweek dergisi, Çiller’in “Göreceksiniz, Başkan Clinton bana âşık olacak” dediğini yazdı; ziyaret öncesindeki söylenti, dedikodu olmaktan çıkıp gazete sayfalarına geçti. (Hürriyet, 2 Kasım 1993.)
Amerikan dergisinin bu ifşaatı gerçekleşti mi gerçekleşmedi mi, şahsen bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da Tansu Çiller’in sıklaşan ziyaretlerinde Amerikalıların bile, Sarışın Güzel Kadın’ın Saksafoncu Clinton’ı etkileme olasılığından korktuğudur. Amerikan ve Türk medyasına da dedikodu malzemesi olmuştur bu olasılık.
Mesela Nisan 1994’te Amerika yolcusuydu Çiller. Yolculuk öncesinde, Mart 1994 belediye seçiminde birinci çıkan RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın “Adil düzene geçiş kanlı mı olacak kansız mı? Buna millet karar verecek.” konuşması büyük yankı uyandırmıştı. Çiller, Clinton ile görüşmesinde İslami akımlara karşı destek istemiş, görüşmenin haberi “Ya biz ya şeriat” başlığıyla yankılanmıştı. (Hürriyet, 16 Nisan 1994.)
Sadece bir ay sonra bu kez oğlunun okuldan mezuniyet töreni için Amerika’ya gitmişti Çiller. Amerika’da milyonlarca dolarlık mal varlığı edindiği haberleri tam da bu tarihlerde ortalığa saçılmıştı. Çiller, “Neden Amerika? Nereden bu para?” sorularına bugüne değin yanıt vermedi. Amerika’daki mal varlığını şehit ailelerine bağışlayacağını söyledi, sözünü tutmadı.
Çiller’in Amerika seyahatleri o denli sıklaşmıştı ki, nihayet Amerikan medyası, “Aman, Çiller’i Clinton’a yaklaştırmayın” haberleri yapma ihtiyacı duymuştu. Ertuğrul Özkök’ün aktardığı habere göre Amerikan Regardie’s dergisi, “Beyaz Saray fısıltıları” başlığı altında, Başbakan Çiller’in Ankara’da ABD’li bir yetkiliyle görüşürken eliyle dizini yokladığını yazdı. Yazının devamında şöyle denildi: “Clinton’ın hafta sonu tatiline katılacak davetli listesinde bahse gireriz Çiller yoktur. Yoksa bir kadın Başbakan’ın Başkan’ın dizine dokunup yakın ilişkiden söz etmesi korkutucu bir diplomasiye yol açar. Washington’da şimdi ‘Aman Çiller’i Clinton’a yaklaştırmayın’ esprisi yapılıyor.” (Hürriyet, 17 Aralık 1994.)
Bu dedikodular doğru muydu yalan mıydı, şahsen bilemem. Bildiğim tek şey, Çiller’e Sarışın Güzel Kadın etiketini yakıştıran (soldan dönme) Yavuz Gökmen’in Çiller’in bu tip vücut dilini kullanmakta ustalaştığını, yani bir eliyle muhatabının elini kavrayıp diğer eliyle dizine dokunduğunu çok sık yazdığı ve kitabında da anlattığıdır. (Bakınız, Yavuz Gökmen, Sarışın Güzel Kadın, Doğan Kitap, İstanbul 1999.)
Amerikan medyasının “Çiller’i Clinton’a yaklaştırmayın!” içerikli haberi doğruydu ya da abartıydı ama, Nisan 1995’te Başbakan Tansu Çiller, bir kez daha Beyaz Saray’daydı; bu ziyaret sırasında, Bill Clinton’ın eşi Hillary’nin Oval Ofis’teki görüşmeyi camdan gözetlediği haberleri hayli sansasyona yol açmıştı.
***

GÖZDEN DÜŞEN SARIŞIN
Amerika’ya uzanan dikenli aşk yollarında Tansu Çiller başka ne marifetler sergiledi, karşılığını buldu mu bulmadı mı, şahsen herkesin bildiğinden fazla bir şey bilmiyorum. En fazla, olan bitene doğrudan tanıklık eden meslektaşlarımın anlattıklarını aktarabilirim. İşte onlardan biri:
Türkiye, 17 Ağustos 1999 depreminin yaralarını sarma çabasındadır. Depremden üç ay sonra, ABD Başkanı Bill Clinton Türkiye’dedir, Tansu Çiller ise sıradan muhalefet lideridir. Clinton, TBMM’de konuşmuştur, ertesi gün deprem bölgesine gidecektir. Bundan sonrası “Çiller’in uyanıklığı: Aynı ceketi giydi” başlıklı haberde şöyle anlatılmıştır:
“DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, önceki gün TBMM Genel Kurulu’nda tarihi bir konuşma yapan ABD Başkanı Bill Clinton’ın dikkatini çekebilmek için sessiz bir çaba harcadı. Çiller’in bu çabası kıyafetine de yansıdı. Çiller Genel Kurul’a 1993'te Başbakanken Beyaz Saray’da giydiği kıyafetin aynısıyla geldi. Kendisi için ayrılan yere değil, Clinton’ın görebileceği ön sıralara oturdu. Gözlerini Clinton’dan bir saniye bile ayırmadı.
Clinton sözlerini bitirip çıkışa doğru yöneldiği anlarda Çiller de çoktan yerini terk etmişti. Salon’un bir başka kapısına doğru hareketlenen Çiller’in bir süre Clinton’ın çıkışını beklercesine merdivenlerde oyalanması dikkat çekti. Çiller’in salonu terk etmek için seçtiği kapının Clinton’ın dışarı çıktığı kapının hemen yanı olması gözden kaçmadı.
Clinton’ın TBMM kulisinde oyalanması nedeniyle, beraberindeki milletvekilleriyle birlikte bir süre ABD Başkanı’nı bekleyen Çiller, rötar uzayınca beklemekten vazgeçti ve TBMM’den ayrıldı. Çiller, Çankaya Köşkü’ndeki Devlet Nişanı ödül töreni sırasında Clinton’ın ‘Hi Tansu’ selamıyla yetinmek zorunda kaldı.
DYP lideri, TBMM’de olduğu gibi uluslararası toplantılarda da Clinton’la görüşebilmek için büyük çaba harcadı. Zaman zaman protokol kurallarını altüst etme pahasına Clinton’ın yanına giden Çiller’in özellikle İsrail Başbakanı İzak Rabin’in cenaze töreninde ABD Başkanı’na ulaşabilmek için önündeki pek çok devlet başkanı ve yabancı bürokratı geçerek ilerlemesine ilişkin fotoğraflar uzun süre belleklerden silinmedi.” (Sabah, 17 Kasım 1999.)
Sarışın Güzel Kadın’ın Clinton ile son rastlaşmada, “Hi Tansu” selamıyla yetinmesi, Amerikan başkanlarının sağcı Türk liderlere ilgilerinin, sağcı işbirlikçinin bulunduğu konumdan dolayı olmasının ifadesiydi.
***

Amerika sevdası, sol düşünceye, emeğe ve barışa düşmanlıktır demiştik. Tansu Çiller’in ekonomiden sorumlu bakanlığı ve başbakanlığı, ancak savaş zamanında rastlanabilecek yoksullaşma, enflasyon ve yolsuzluk dönemi olarak tarihe geçti. Mehmet Ağar’ın “bin operasyon” olarak adlandırdığı yargısız infazlar, Kürt vekillerin parlamentodan atılıp hapse yollanması da Tansu Çiller döneminde vukubuldu. Devlet içindeki çeteleşme mafyalaşma nihayet Susurluk’taki “kaza” ile kendini ele verdi. Tansu Çiller, profesyonel katili “Devlet için kurşun atan da yiyen de bizim için şereflidir” diyerek sahiplendi. Devletteki çürümenin, çeteleşmenin, yolsuzlukların hesabı ne yazık ki sorulamadı. Çiller, iç siyasette ve bütün dış temaslarda “Ya biz ya şeriat” söylemiyle destek istemesine karşın, iktidarı siyasal İslam’a teslim ederek, siyasi mevta oldu.
Türk sağının ve İslam’ın Amerika aşkı dizimiz, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı bölümüyle devam edecek.

18 Kasım 2018 Pazar

TÜRK SAĞININ ve İSLAM’IN AMERİKA AŞKI (2)


Milli Şef” İsmet İnönü’nün imzaladığı ikili anlaşmalarla açılıp Amerika’ya uzanan dikenli aşk yollarında nice siyasal liderler ve İslamcı inanç önderlerinin gelip geçtiğinden söz ediyorduk.
Önceki yazıda Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun, Said-i Nursi’nin, Necip Fazıl’ın Amerika’ya aşklarından dem vurmuştuk.
Sonraki dönemlerde iktidara gelen üniformalı üniformasız sağcı liderler, cüppeli cüppesiz şeyhler evliyalar, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Recep Tayyip Erdoğan, Said-i Nursi, Necip Fazıl, Fetullah Gülen, Amerikan yönetiminin “Bizim çocuklar” diye sırtlarını sıvazladığı askerler, Başbuğ Türkeş ve daha niceleri... Amerika’ya aşk destanı yazmakta birbirleriyle yarıştılar, Menderes’i, Said-i Nursi’yi, Necip Fazıl’ı aratmadılar...
***

MORRİSON SÜLEYMAN
Süleyman Demirel, 1950’lerde Menderes döneminde ‘Eisenhower bursu’ ile ABD’de okudu; 1960’lı yılların ilk yarısında, ABD Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson (Kennedy öldürüldükten sonra başkan) ile çekilmiş fotoğrafıyla siyaset sahnesine adımını attı. Siyasete atılmadan önce Amerikan mühendislik müteahhitlik şirketi Morrison Knudsen’in Türkiye temsilcisiydi; buna atfen, muhalifleri tarafından (Amerikancılığını vurgulamak için) Morrison Süleyman lakabıyla adlandırıldı. Diğer bir lakabı Çoban Sülü idi; “Baba” diyeni de vardı.
Süleyman Demirel ilk Başbakanlık yıllarında ABD emperyalizminin Türkiye’deki askeri varlığını “Üs yok tesis var” demagojisiyle sahiplendi; ama 1975 yılında ABD askeri ambargo uygulayınca Türkiye’deki üs ve tesislerin tamamını ABD’nin kullanımına kapattı; sadece İncirlik üssünü NATO’nun kullanımına açık bıraktı. NATO ile ABD arasında ne fark vardıysa artık…
Hakkaniyetle söylemek gerekirse, Amerika’ya Menderes kadar meftun değildi; Türk sağının liderleri arasında ABD’ye en mesafeli olanıydı, Amerika’yı değil Amerikan değerlerini savunduğunu söylüyordu. Amerikancıydı ama, Amerikancı olduğunun söylenmesine çok öfkeleniyordu. Netekim ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, 2008 yılında Ankara’da, “Dostlar arasında Türk-Amerikan Diplomatik İlişkileri 1923-2007” konulu bir sergi düzenlemişti. Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan ve duvara monte edilen fotoğrafların birinde Morrison Süleyman da vardır. Fotoğrafın altında şöyle yazılıdır: “ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı onuruna düzenlenen törende Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson ile Süleyman Demirel birlikte. (28 Ağustos 1962). O tarihte Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalışan Demirel daha sonra Morrison Süleyman takma adıyla anılmıştır.”
Süleyman Demirel, bu fotoğrafı görünce… serginin açılışını beklemeden salonu terk eder. Devirdikleri çamın farkına varan Büyükelçilik görevlileri de fotoğrafı sergiden kaldırırlar.
Dediğimiz gibi, Amerika’ya dikenli aşk yollarının en az gönüllü yolcusuydu. Nitekim, ABD’nin “Bizim çocuklar” söylemiyle sırtlarını sıvazladığı üniformalılar tarafından iki kez devrildi. İlkinde 1971’de “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” söylemiyle tarihe geçen Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve suç ortakları tarafından, ikincisinde 1980 yılında Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve şerikleri tarafından... Her devrilişinde sağdan merkeze yaklaştı; 1990’lı yıllarda tekrar Başbakan, sonra Cumhurbaşkanı oldu. Bir kere daha devrilecekti ki, merkezin soluna geçmesin diye devrilmediği rivayet edilir!!!
***

PRESİDENT BUSH’UN TONTON KANKASI
Turgut Özal, Süleyman Demirel’in çırağı bilinir; Türkiye’de vahşi kapitalizmin manifestosu sayılan ve darbe yapılarak uygulanabilen 24 Ocak 1980 kararlarının gerçek mimarıdır. Malum, boynuz kulağı, çırak ustayı geçer. Süleyman Demirel ABD güdümlü 12 Eylül faşistleri tarafından siyaset sahnesi dışına itilince, merkez sağda oluşan boşluğu Turgut Özal doldurdu. Eni boyuna müsavi bir homosapiens idi; bu uyuma atfen, soldan dönme liberaller tarafından, tonton diye lakaplandırıldı.
Özal’ın Amerika aşkı, köle ruhlularda rastlanabilecek karşılıksız bir sadakat idi. Tek taraflı sadakat uğruna yapmayacağı şey yoktu. Nitekim, 1950’lerde mihmandarlık ettiği Amerikan heyetine İzmir genelevini gezdirirken yaşananlar Sakıp Sabancı’nın kitabına bile konu olmuştur. 
Sabancı’nın anlattığına göre, genelev gezisi sırasında bir yankesici Amerikan heyetini çarpar. Cüzdanı çalınan kişi, heyetin başkanıdır. “Turgut Özal hiç tereddüt etmeden kaçan hırsızın peşine düşüyor. Hırsız, genelevin duvarından atlarken Turgut Özal bacağından çekip adamı altına alıyor. Ağzını burnunu dağıtıyor. Cüzdanı da elinden alıp Amerikalı’ya veriyor. İş bu kadarla kalsa iyi. Genelev polisi, hırsızı yakaladıktan sonra ‘Zabıt tutacağız’ diyerek Amerikalılar’ı ve Turgut Özal’ı karakola götürüyor. Gazetecilere haber veriliyor, gazeteciler karakola hücum ediyor... Ertesi sabah erkenden Teoman Baykal’ın evinin kapısı çalınıyor. Kapıda Semra Özal... Elindeki gazeteyi uzatarak, ‘Şimdi bu çocuk ne olacak? Babasız mı büyüyecek?’ der... Emel Baykal bakıyor, gazetenin birinci sayfasının tam göbeğinde kocaman bir resim. Resmin başında iri harflerle ‘Amerikan Yardım Heyeti İzmir Genelevi’nde soyuldu’ yazısı var. Resimde en ortada Özal, iki yanında üçer Amerikalı, elleri kelepçeli soyguncu da Turgut Özal ile Amerikalı’nın arasından başını uzatmış, sırıtarak gazete fotoğrafçısına poz veriyor.” (Sakıp Sabancı’dan aktaran Milliyet, 28 Kasım 2000)
***

CORÇ VE TARGIT
Turgut Özal’ın siyasette ve diplomaside en büyük övüncü, dönemin ABD Başkanı George Bush ile kanka olduğu iddiasıydı. Malum, kanka demek, kardeş kadar yakın demek. Turgut Özal, kamuoyu önünde George Bush’tan (resmiyet yüklü bir söyleyişle) “President Bush” diye söz etse de, ikili görüşmelerinde birbirlerine küçük adlarıyla hitap ederlerdi. Özal “Corç” derdi, Bush “Targıt” diye karşılık verirdi.
Birbirlerine küçük adlarıyla hitap ettikleri, 1990 yılında Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan süreçte ortaya çıktı. George, aslında göz yumduğu bu işgali bahane ederek, Irak’ı işgal etmeyi kararlaştırdı. Bunu duyan Targıt, Irak’ı birlikte işgal etme hevesine kapıldı; George’u razı etmek için BM kararını bile beklemeden Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapattı. Aklınca bir koyup üç alacaktı; bir koyup üç almayı dış politikanın amentüsü haline getirmişti. Turgut Özal’ın buna benzer başka aforizmaları da vardı. Fakir fukaradan oy isterken “Ben zengini severim” diyecek kadar açık sözlüydü. Geçim sıkıntısından yakınan memura da “Benim memurum işini bilir” diyerek yol gösteriyordu.
Bir koyup üç alma hayaliyle Irak’ı işgal günahına ortaklık projesi, TBMM ve askeri bürokrasi engeline takıldı. Bir koyan Targıt üç alamadığı gibi eldeki üçün birinden de oldu, Türkiye boru hattı gelirini yitirdi; Saddam’ın zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınan yarım milyon Iraklı’yı misafir etmek, Huzur Harekâtı-Çekiç Güç adı altında Amerikan askerini Türkiye’nin başına musallat etmek de cabası.
Adana İncirlik’te konuşlanan Çekiç Güç’ün resmi misyonu, (Güney Kürdistan) Kuzey Irak Kürtlerini Saddam’ın zulmünden korumak idi. Gerçek misyonu ise, Kuzey Irak’ın Irak Bölgesel Kürt Yönetimi adıyla devletleşmesini himaye etmekti. Oysa Kürdistan diye bir devletin kurulması Türkiye’nin kırmızı çizgisiydi, savaş nedeniydi. Türkiye Çekiç Güç’e ev sahipliği yaparak kırmızı çizgisini bizzat silmişti. Dahası, bağımsızlık yolunda ilerleyen Güney Kürdistan’ın altyapısını da 1200 dolayında Türk firması inşa etti. Firmalar arasında, Kürdistan’ı tatbikat alanı haline getiren silahlı bürokrasinin holdingi OYAK’ın firmaları da vardı. Dahanın da dahası, Çekiç Güç’ün PKK’ye de havadan malzeme ikmali yaptığı daha 1992 yılı Ocak ayında ortaya çıkmıştı. Bu sürecin mimarlarının en başında President Bush’un “tonton” kankası Turgut Özal vardı.
Sadede gelelim. Corç gerçekten de Targıt’ın kankası mıydı? Sorunun yanıtı daha Özal’ın sağlığında alınmıştı. 1991 seçimleri öncesinde Türkiye’yi ziyaret eden President Bush, muhalefetteki Süleyman Demirel’e (yani Morrison Sülü’ye) şunu söylemişti: “Araştırmalarımız seçimden birinci parti olarak çıkacağınızı ve sizin Başbakan olacağınızı gösteriyor. Sizinle verimli bir çalışma içinde olacağımızı düşünüyorum. Bir hususu bilmenizi isterim... Bizim Özal ile olan hukukumuz ve ilişkimiz bulunduğu konumdan dolayıdır.” (Aktaran Yavuz Donat, Sabah, 19 Aralık 2017.)
George, Targıt ile yakınlığının kankalıktan, yani O’nun kara kaşından kara gözünden değil, bulunduğu konumdan geldiğini söyleyecek kadar açık sözlüydü. Turgut Özal 1993 yılında öldü; cenazesinin kaldırılacağı gün, George Bush Ortadoğu gezisindeydi, üç beş saatini ayırıp kankasının cenaze törenine katılmaya tenezzül etmedi, kuru bir başsağlığı mesajıyla yetindi.
***

“Türk sağının ve İslam’ın Amerika aşkı” dizimiz, “Beyaz Saray’da görücüye çıkan sarışın güzel kadın” bölümüyle devam edecek.