22 Şubat 2017 Çarşamba

HİTLER VE MUSSOLİNİ’DEN ERDOĞAN’A

Teşbihte hata olmaz deseler de, benzetmek gibi olmasın, Adolf Hitler Almanya’da nasıl tek adam oldu ve Almanya’yı nasıl yönettiyse Recep Tayyip Erdoğan da Türkiye’yi öyle yönetiyor.
*Örneğin, Almanya’da Hitler tek karar vericiydi, her şeyin en doğrusunu o biliyordu, en doğru kararı o veriyordu. Türkiye’de de her şeyin en doğrusunu Erdoğan biliyor, en doğru kararı tek başına da kalsa Erdoğan veriyor!
*Almanya’da Hitler’e führerlik yolunu savaş kahramanı Cumhurbaşkanı Hindenburg açmıştı. Alman sermayesinin tercihi de Hitler’den yanaydı. Türkiye’de Erdoğan’a reislik yolunu çok ama milliyetçi çok ülkücü Devlet Bahçeli açtı. Gerçi Devlet Bahçeli ne cumhurbaşkanı ne de savaş kahramanı, alelade bir faşist ama, olsun; Erdoğan’a reislik yolunu açtı ya, Hindenburg’tan da büyük adam demek ki!
*Almanya’da Hitler, 1933 seçiminde yüzde 34 ile hükümet kurduktan sonra Başbakanlık ile Cumhurbaşkanlığını birleştirmiş ve 1934 yılında referanduma sunmuştu, Türkiye’de Erdoğan, 2002 seçiminde yüzde 34 ile hükümet kurdu, bugün Hitler ile aynı yolun yolcusu.
*Almanya’da referandum öncesinde Komünist Parti parlamentodan atılmıştı, Türkiye’de referandum öncesinde HDP Meclis’ten atılıyor.
*Almanya’da gerek referandum gerekse tüm iktidarı süresince Hitler bütün muhalefeti terörist ilan etmişti. Türkiye’de Erdoğan ve şerikleri referandumu son İstiklal Harbi olarak görüyor, ana muhalefet partisi dahil HAYIR oyu verecek tüm muhalefeti terörist ilan ediyor.
*İtalya’da rahmetli Benito’nun karagömleklileri, Almanya’da Hitler’in SA’ları SS’leri vardı. Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın eskiden “ne istediyse verdiği” FETÖ’sü, şimdilerde kefenlileri, eli palalı esnafı, SADAT’ı, Osmanlı Ocakları var.
*Hitler, führer olacağı referandumun hemen öncesinde 30 Haziran 1934’te yol arkadaşı SA’ları Uzun Bıçaklar Gecesi’nde kurşuna dizmişti. Türkiye’de Erdoğan, Uzun Çelik Kasalar ve tıka basa dolar dolu Ayakkabı Kutuları sabahından sonra yol arkadaşlarını kıymaya başladı; nihayet, 15 Temmuz’da “yol verilen” darbe girişimini “Allah’ın lütfu” saydı, eski yol arkadaşı FETÖ’yü tamamen defterden sildi.
*Hitler Almanya’sında Yahudilere, komünistlere ne gözle bakıldıysa, Erdoğan Türkiye’sinde Alevilere, Kürtlere, (affedersin) gayrimüslim azınlıklara, komünistlere o gözle bakılıyor.
*Almanya’da Hitler, üniversitelerden akademisyenleri atıyordu; Erdoğan Türkiye’sinin üniversitelerinde ders verecek akademisyen kalmadı neredeyse. Güney Gönenç, “Karanlık Zamanların Şarkısı” adlı kitabında Hitler’in Almanya’dan kovduğu (Türkiye’ye iltica eden) akademisyenlerin öyküsünü anlatır. Erdoğan’ın üniversiteden kovduğu akademisyenlerin öyküsünü kim ne zaman yazar, kim bilir?
*Hitler Almanya’sında medya baskı altındaydı. Erdoğan Türkiye’sinde de medya baskı altında. Cezaevlerinde 100’den fazla gazeteci var, Erdoğan korkusuyla işten atılan gazeteci yazar sayısı binleri geçti. Patronlar bile rahat değil, telefonda Erdoğan’dan azar işiten medya patronu zırıl zırıl ağlıyor.
*Hitler Almanya’yı kararnamelerle yönetiyordu, Erdoğan Türkiye’yi fermanlarla yönetiyor.
*Hitler üstün ırktan söz ediyordu, Erdoğan’ın ‘ümmet-i hâkime’si var.
*Hitler sevgili üstün ırkının safiyeti ve ıslahı için üreme çiftlikleri kurmuştu; Erdoğan sevgili ümmetinin idamesi ve zaferi için her aileden en az üç (bazen beş) mü’min doğurmasını istiyor.
*Hitler üstün Alman ırkı için yaşam alanı istiyordu, Erdoğan Osmanlı hayalleri kuruyor.
*Hitler kendisi de ressam olmasına karşın, dünyanın sanat ve edebiyat mirasının önemli bir bölümünü “Entartete Kunst / Yoz Sanat” ilan etmiş, kimini yaktırmış, kimini yasaklamıştı. Erdoğan Hitler’den geri kalmadı; kitabı bombadan tehlikeli ilan etti, heykel sanatına düşmanlığını gizlemedi, halklar arasında kardeşleşme mesajı yüklü bir heykeli “ucube” diyerek yıktırdı. Daha neler neler!
Daha pek çok benzerlik sıralanabilir. Kısacası Hitler Almanya’yı hangi zihniyetle ve nasıl yönettiyse Recep Tayyip Erdoğan da Türkiye’yi öyle yönetiyor.
***

Elbette arada farklılıklar da var.
Örneğin, Hitler ressamdı, çok etkileyici bir hatipti; dahası eli kalem tutuyordu. “MeinKampf / Kavgam” adıyla dünya siyasi düşünceler tarihine geçmiş bir kitaba imza atmıştı. Kitabın arkasında koskoca Alman felsefesi ve edebiyatı vardır. Hitler bu tarihsel arka planda istismar edeceği fikirleri süzmüş, kendi ırkçı faşist siyasetini kurmuştu. Recep Tayip Erdoğan için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Doğru, O’nun da bir yeteneği var. Türkiye Futbol Federasyonu’na göre Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi sağbek oyuncusu! İETT futbol takımı tarihçesine göre de, futbol oynadığı tarihte arkadaşları arasında “İmam Beckenbauer” lakabını hak edecek kadar iyi top çeviriyormuş. Lakin çok iyi top çevirmesine karşın Hitler kadar başarılı bir hatip değil Erdoğan. Önünde yazılı bir metin olmadan etkili nutuk atamıyor.
Hulasa, Hitler olmak da o kadar kolay değil.
Benito Mussolini? Benito olabilir. Benito da iyi hatipti ama derli toplu politikası, ideolojisi, felsefesi yoktu. Çünkü sıradan faşist idi. O yüzden tarihte Hitler kadar önem kazanamadı. Erdoğan’ın ise her nutkunda dilinden düşürmediği, kökleri on dört asır öncesine uzanan inancı ve davası var. Dolayısıyla Benito’ya tur bindirir. Zaten Benito ateist olarak yola çıkmış, sonra sonra kendisini “Tanrı’nın Gönderdiği Adam” diye tanımlayacak kadar dindar bir Hıristiyan olmuştu ki, Tayyip Erdoğan’la kıyaslamak bile abestir. Tayyip Erdoğan, “Tanrının Gönderdiği Adam” değil, Düzce Milletvekili Fevai Arslan’ın ifadesiyle “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider”.
Neyse, işgüzar bir savcıyı daha fazla sinirlendirmeden bu bahsi burada kapatalım!
***

Ne diyorduk? Adolf Hitler Almanya’yı hangi zihniyetle ve nasıl yönettiyse Recep Tayyip Erdoğan da Türkiye’yi öyle yönetiyor.
Bunda kuşku olmasa gerek. Esasen Erdoğan, Hitler tipi başkanlık istediğini bizzat itiraf etmişti. Suudi Arabistan’a yaptığı bilmem kaçıncı ziyaretten dönüşünde havaalanında basın toplantısı düzenlemişti. Gazetecilerin başkanlık rejimiyle ilgili sorusu üzerine aynen şöyle konuşmuştu:
Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu anda bunun zaten dünyada örneği var. Yani Hitler Almanya’sına baktığınızda orada da bunu görürsünüz. Başka ülkelerde de görürsünüz.”
Yaptığı benzetmenin münasebetsizliğini fark edince de “Yeter ki bütün mesele başkanlık sisteminin uygulamasında halkı rahatsız eden bir yapı olmasın” diye eklemişti.
Benzetme münasebetsizdi ama, Erdoğan yol yorgunluğuyla boş bulunup böyle bir şeyden söz etmemişti. Erdoğan’ı böyle konuşturan, Hitler’i Almanya’da tek adam haline getiren süreç ile kendisini Türkiye’de tek adam haline getiren sürecin neredeyse tıpa tıp aynı olmasıydı.
Hitler ve partisi, 1929 krizinin yol açtığı ekonomik sosyal siyasi kaos ortamında iktidara yürümüş, nihayet 1933 erken seçiminde yüzde 34 oyla birinci çıkmış, hükümeti kurmuştu. Erdoğan da 2001 krizinin ardından yapılan erken seçimde yüzde 34 oy ile hükümet kurdu.
Almanya’da ertesi yıl 1 Ağustos 1934’te 87 yaşındaki Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ölüm döşeğindeyken, cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık makamını birleştiren ‘Alman İmparatorluğu Devlet Başkanı Yasası’nı imzaladı; 2 Ağustos’ta da öldü. 19 Ağustos 1934’te Hitler’in hem cumhurbaşkanı hem başbakan, yani führer olması için referandum yapıldı. Referandum kampanyası muhalefetin neredeyse yasaklandığı koşullarda gerçekleşti. Dönemin sosyal demokratları, komünistleri, liberalleri etkili olamadılar. Sandık başına giden 43 milyon 568 bin seçmenden 38 milyon 394 bini, yani yüzde 89’u Hitler’in “Führer” ilan edilmesi için oy kullandı. Sonrası malum...
***

Sonrası malumdur. Dua etmeli ki, akıbetleri benzemesin!
Bilinir ki, sözün tamamı arif olana saygısızlıktır, gevezeliktir. Dolayısıyla, Devlet Bahçeli’nin “Erdoğan yalan anıtıdır, riyakarlık abidesidir.  Erdoğan, artık tedaviye cevap vermeyecek klinik bir vakadır.” sözleri bu risalede nasıl bir yere konabilir? Yazar karar verememiştir.

17 Şubat 2017 Cuma

REFERANDUMDAN EVET ÇIKMAZSA İÇ SAVAŞ MI ÇIKACAK?

Referandum tarihi kesinleşti: 16 Nisan. Bu tarihte sözüm ona “Türk tipi cumhurbaşkanlığı sistemi” diye kodlanan anayasa değişikliği için seçmenler sandık başına gidecek.
Oylanacak olan metin, sıradan bir anayasa değişikliği değil. Anayasa değişikliği adı altında İslamcı faşist tek adam darbesi için hazırlanan kanun metni oylanacak. Yani, 12 Eylül faşizmini de geride bırakacak ölçüde vahim bir gericilik ve istibdat metni oylanacak. Anayasa değişikliği adı verilen bu metin kabul edilirse, Türkiye istibdat rejimine dönmüş olacak; daha doğrusu fiilen gerçekleşen istibdat darbesi sözüm ona anayasal bir çerçeveye kavuşacak.
Vurgulamalı ki, Erdoğan ve temsil ettiği sermaye gruplarının ve İslamcı hareketin referandumu yitirmeye tahammülleri yok. Benzer şekilde 2007’den bu yana yapılagelen seçimleri ve referandumları yitirmeye de tahammülleri yoktu. Her şeye karşın, o seçimler ve referandumlar sırasında ekonomi ve siyasetin genel seyri, toplumdaki hoşnutsuzluğu ve tepkileri yumuşatmaya yetecek güçteydi. Bu nedenle o seçimler ve referandumlar sırasında nispeten barışçı bir dil kullanabiliyorlardı. Bugün ise ekonomi aynı güce sahip değil. Dış ticaret ve cari işlemler dengesi, milli gelir artış hızı, işsizlik rakamları, yoksulluk ve açlık endeksi verileri çok ciddi alarm işaretleri veriyor. Bu yüzden giderayak Varlık Fonu kurdular. Dolayısıyla bu kez referandumu yitirmeleri ciddi olasılık.
Ekonomideki negatif seyir, siyaseti ve dış politikayı da belirliyor. Unutulduğu sanılan darbeci gelenek hortladı, ülke 12 Eylül askeri faşizmi kadar beter bir OHAL rejimine sürüklendi.
İşte bu OHAL sürecinde Erdoğan ve temsil ettiği sermaye grupları, yitirmeye tahammülleri olmayan bir referandumu kabullenmek zorunda kaldılar.
***

TERSİNE DÖNEN EVET RÜZGÂRI
Referanduma iki ay kala Erdoğan’ın ve partisinin ticari eklentisi anket kuruluşları ve tamamen satılmış veya sinmiş medya mecraları bir zafer beklentisi içinde görünmüyorlar. Mevcut siyasi atmosfer, toplumsal sınıf ve grupların referandum için belirginleşen mevzilenmeleri, Erdoğan cephesinde coşkulu zafer marşları söylenmesine imkân vermiyor. Erdoğan’ın yüzde 58 oy oranıyla kazandığı 2010 referandumunda “Yetmez ama evet” diyen liberaller ya içerdeler ya firardalar, kalanları ise ağlamaklı pişmanlık şarkıları söylüyorlar. O referandumu boykot eden Kürt hareketi bugün HAYIR kampanyası yürütüyor. Öyle ki, söz konusu anayasa değişikliğini dayatan Devlet Bahçeli’nin seçmenlerinin 4’te 3’ünün bile “Terör örgütleriyle aynı safta mı yer alacaksınız?” propagandasına aldırmadan ret oyu eğiliminde olduğu gözleniyor. PKK ve eklentisi TAK ahmakça eylemler yapmadıkça, milliyetçi seçmenlerin bu tutumunda bir değişiklik olması da beklenmiyor...
Bu betimleme müzmin bir muhalifin betimlemesi değil. Erdoğan ve AKP’nin embedded muhabirleri ve köşe yazarları da benzer bir siyasi atmosferden söz ediyorlar; “Evet rüzgârı tersine döndü” diye alarm veriyorlar. Öyle ki, iktidar yandaşı medyanın yazarları birbirlerini “davaya ihanet” etmekle “yeterince coşkulu” olmamakla suçlamaya başladılar.
***

EVET ÇIKMAZSA İÇ SAVAŞ TEHDİDİ
Söylediğimiz gibi Erdoğan ve temsilcisi olduğu sermaye gruplarının 16 Nisan referandumunu yitirmeye tahammülleri yok. Yitirirlerse siyasi sürecin nasıl ilerleyeceği bugünden kestirilemez. Sandıktan güçlü bir HAYIR çıkarsa, baskı altındaki yargı eliyle ya da TBMM’de sayısal çoğunlukla kapatılan Yüce Divan’lık nice vukuatın hesabının sorulmasına kadar ilerleyebilir siyasi süreç. O yüzden referandumu yitirmemek için referandum kampanyasını terörize etmeye çalışıyorlar; HAYIR oyu verecek yurttaşları “terörist” “darbeci” diye yaftalayıp kriminalize ediyorlar. Çok daha vahimi, iç savaştan bile söz etmeye başladılar.
Havuz medyası ne kadar görmezlikten gelse ya da küçültse de, AKP Manisa İl Başkan Yardımcısı’nın iç savaş tehdidini duymayan kalmadı: “Yüzde 50’yi geçemezsek ve bu referandum oylamasında başarısız olursak iç savaşa hazır olun!
Kendi partisinden bile gelen tepkiler üzerine söz konusu siyasetçi görevinden istifa etmiş; istifa ederken de sözlerinin çarpıtıldığını savunmuş.
Tabii ki bir çarpıtma yok ortada. Zaten ilk vukuatı da değilmiş bu sözler. Daha önce de Libya, Tunus, Mısır, Irak, Suriye ve Ukrayna’daki sıcak savaşların Türkiye’de de olacağından söz etmiş. Yani dil sürçmesi veya maksadını aşan bir söylem değil. Hiç fütursuzca iç savaştan söz ediyor.
Vahim olanı şu ki, sadece o kişiye özgü bir dil sürçmesi değil, iktidar partisinin sahip olduğu zihniyetin çok dürüstçe ikrarıdır.
***

KANLI MI OLACAK KANSIZ MI?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da birkaç kere, bu anayasa değişikliğini kan dökmeden yapamayacaklarını söylemişti. Kılıçdaroğlu’nun kastı kendilerinin de silaha sarılacakları, böylece iç savaş çıkacağı değil, iktidarın toplumsal muhalefeti kan dökerek bastırma niyetiydi. Zaten epeydir kan dökülüyor. Öyle ki, AKP iktidarı döneminde öldürmek sıradanlaştı. Geçmiş yılların “siyasi cinayet, suikast” terimleri literatürden kalktı. Artık katliamlardan söz ediliyor. Roboski, Reyhanlı, Suruç, Ankara Gar, Merasim Sokak, Güvenpark, Atatürk Hava Limanı, Gaziantep, Reina... Nihayet AKP Manisa yöneticisinden açık açık iç savaş tehdidi.
AKP Manisa İl Başkan Yardımcısı durduk yerde iç savaştan söz etmedi. Hatırlatmak gibi olmasın, böylece ikrar edilen iç savaş hamlesinin Türk siyasi tarihinde çok kanlı bir öyküsü vardır.
Ne zaman emek yanlısı sol siyasi seçenek güç kazandıysa düşük yoğunluklu iç savaşla bastırdılar. Ne zaman sermaye grupları birbirlerine düştüyse, iç savaşla tehdit ettiler.
Öyle çok gerilere gitmeye yok. 27 Mart 1994 yerel seçimleri yapılmıştı. CHP ve o tarihte kurulu SHP, yanları sıra merkez sağdaki DYP ve ANAP yenilgiye uğramış, Ankara, İstanbul ve Konya belediyelerini RP kazanmıştı.
O tarihlerde SHP’nin başkanı Murat Karayalçın, CHP’nin başkanı Deniz Baykal. Yenilgiyi kabullenmişler. Fakat medyada CHP ve SHP’ye mal edilen tehditlerin haberleri:
Ankara Gökçek’e mezar olacak!”
RP genel merkezine fakslar: “Kanımızı dökeceğiz, Size bırakmayacağız!”
Bunun üzerine RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, partisinin 13 Nisan 1994 tarihli grup toplantısında, tarihe geçen konuşmasını yaptı: “Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kanlı mı olacak, kansız mı olacak? Bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum amma, bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeleri kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye´nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım, Refah Partisi adil düzen getirecek, bu kesin şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak sert mi olacak, tatlı mı olacak kanlı mı olacak. Altmış milyon buna karar verecek.”
Oysa Erbakan takiyye ustasıydı, benzer durumlarda bu söylemlerin üç beş kendini bilmezin marifeti olduğunu, ilgili kuruluşların buna itibar etmeyecek kadar sağduyulu olduklarını söylerdi. Ne ki, o günlerin zafer coşkusu içinde dilindeki prangayı çözmüş, takiyyeye gerek duymamıştı. Zaten öteden beri dinci söylemle “Namaz dinin direği, cihad ise zirvesidir. Biz siyaset değil cihad yapıyoruz”, “Bu parti İslami Cihad Ordusu'dur” diyor, farklı inanç sahiplerini patates dininden olmakla karalıyordu. Yine o günlerde RP’den bir milletvekili “Kan dökülecek, fıstık gibi olacak” diyerek hocasına arka çıkıyordu. Şu günlerde Erdoğan’ın danışman kadrosundaki bir akademisyen de “Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesinler” diye akıl veriyordu.
***

“EZER GEÇERİZ”
Tekrar vurgulamalı ki Manisa’da edilen iç savaş sözleri, sadece o kişiye özgü bir dil sürçmesi değil, iktidar partisinin sahip olduğu zihniyetin çok dürüstçe ikrarıdır. Nitekim, partinin şu an genel başkanı ve Başbakan görünen Binali Yıldırım, “Hayır diyenler teröristlerle birlikte hareket ediyor” diyerek hayır oyu verecek yurttaşları peşin peşin suçlu ilan etti. Fiili genel başkan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise çok daha açık dille, “Hayır diyenlerin konumu aslında 15 Temmuz’un yanında yer almaktır. Kimse sağa sola çekmesin” diyerek darbeci yaftası yapıştırdı.
Esasen Erdoğan siyaseten kendisini var eden burjuva parlamenter sistemini gitmek istediği istasyona varınca ineceği tramvay olarak gördüğünü saklamadı. “Minareler süngü kubbeler miğfer, camiler kışlamız müminler asker” dizelerini okuyarak parlamenter sisteme ilişkin samimiyetsizliğini de saklamadı, bu yüzden mahkum bile oldu. Taksim Gezi direnişinden bu yana sürekli “yeni bir İstiklal Savaşı verildiğinden” söz eden Erdoğan’a atfedilen çok daha vahim sözler medyada haberleştirildi, üzerine köşe yazıları yazıldı ki, bugüne değin yalanlanmadı. Buna göre, çok üst düzey bir bürokrat, emekliye ayrılırken Erdoğan’a veda ziyareti yapıyor. Erdoğan projelerini anlatınca bürokrat diyor ki “Bu dediklerinin yarısını yap, iç savaş çıkar.” Erdoğan ise “Çıksın, ezer geçeriz” diye karşılık veriyor... (Levent Gültekin’den aktaran Aydın Engin, Cumhuriyet, 20 Haziran 2016)
Yani, Manisa’da edilen söz, dil sürçmesi filan değil. Yalanlanmayan bu habere göre Türkiye, iç savaşı göze almış bir lider ve partisi tarafından yönetiliyor. Lider ve çevresindeki yardımcıları hayır” oyu verecek on milyonlarca yurttaşı teröre hizmet etmekle suçlarsa, partinin yerel yöneticileri de işte böyle dürüstçe ikrar ederler. Böyle nutuklarla tahrik olmaya teşne “meczuplar” daha da ileriye gidebilirler...
MHP’li Sinan Ogan, AKP’nin ‘Halk Özel Harekât’ gibi gerektiğinde toplumun diğer kesimi üzerine salmak üzere paramiliter yapılanma çalışması içinde olduğunu, esnafa silahlı eğitim verdiğini iddia ediyor ki, henüz yalanlanmadı. Umulur ki, halkın sağduyusuna güvendiğini belirten Oğan’ın “Ne olursa olsun bu milleti iç çatışmaya sürükleyemezler” temennisi doğru çıkar.
***

İÇ SAVAŞA HAYIR!
Halk sağduyulu olsa da, “bürokratik vesayet ve oligarşi” diyerek kuvvetler ayrılığını engel sayan, kendisini anayasa ile bağlı görmediğini, anayasanın bekleme odasında olduğunu söyleyegelen lider “İç savaş çıkarsa çıksın, ezer geçeriz” demişse, o ülkede iç savaş senaryosu ciddiyet kazanır.
Bilmeyenler için vurgulamalı ki, iç savaş Kürt kentlerinde hendek kazmalarına göz yumulan çocukların gençlerin resmi güvenlik güçlerince tankla topla “etkisiz hale getirilmesi” değildir. Resmi güvenlik güçleri dışında eli silahlı kişilerin birbirlerinin evlerini işyerlerini basması, evde sokak ortasında resmi koridorlarda birbirlerini öldürmeleridir iç savaş.
Çok yakın tarihte Bosna’da, Ruanda’da; bugün Afganistan, Suriye, Irak, Libya, Yemen’de yaşandığı üzere, devletler arası savaştan çok daha korkunçtur, bir toplumun başına gelebilecek en büyük felakettir iç savaş. Ordunun ve polisin bölünüp kendi içinde vuruşması, kendi içinde vuruşurken Dilek Doğan ve Ali İsmail Korkmaz cinayetlerini sıradanlaştırması; ordu ve polisten ayrı olarak sivil alanda kardeşin kardeşi vurması, düne kadar selamlaşan insanların birbirlerini öldürmekle kalmayıp karınlarını bile deşmesi, karnından ciğerlerini çıkarıp dişlemesi, çocuklara ve kadınlara tecavüz edilmesi, evlerin içindekilerle birlikte ateşe verilmesidir iç savaş. Bugün “Hazır olun” diyerek tahrik eden çığırtkanların da kurbanı olmaktan kurtulamayacağı bir mukateledir iç savaş.
Türkiye, “içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmeyen” sadece kendisine Müslüman sadece kendisi için “demokrat” dinci kadronun yönetiminde iç savaş olasılığının ciddiyet kazandığı bir eşiğe geldi ne yazık ki. Yukarıda da söylediğimiz gibi öldürmek sıradanlaştı bu iktidar döneminde. Siyasi cinayet ve suikastların yerini katliamlar aldı.  Roboski, Reyhanlı, Suruç, Ankara Gar, Merasim Sokak, Güvenpark, Atatürk Hava Limanı, Gaziantep, Reina... Milliyetçi mukaddesatçı ittifak bugün de, Kürtlerin siyasal temsilcilerini tutuklayarak, Alevileri ve solcuları dışlayarak, emek örgütlerini baskı altında tutarak, FETÖ temizliği bahanesiyle devlet dairelerinden ve üniversitelerden barışçı demokrat solcuları tasfiye ederek, ana muhalefet partisini bile düşmanlaştırarak “ezer geçeriz” rahatlığıyla iç savaşa, daha doğrusu pogroma zemin hazırlıyor.
Toplumsal fay hatlarında artık açık açık iç savaştan söz etmeye yeterli öfke ve nefret birikti. “Ne istedilerse verilerek” güçlendirilen darbeci çete 15 Temmuz’da kısa süreliğine de olsa başarsa, ülke iç savaşın cehennemine daha o gün yuvarlanmış olacaktı.

Her şeye karşın bu ülkenin demokrasi cephesi, pogrom heveslisi dikta cephesi karşısında sanıldığı kadar güçsüz ve çaresiz değildir. Referandum sandığından HAYIR ne denli güçlü çıkarsa iç savaş çığlıkları o denli zayıflayacaktır.

3 Şubat 2017 Cuma

GENELKURMAY BAŞKANI İÇİN ÇOK ÜZÜLÜYORUM!

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar için nasıl üzülüyorum nasıl üzülüyorum, bilemezsiniz! Son birkaç yılda neler gelmedi başına neler. Öyle ıstırap verici hadiseler yaşadı ki, başkası olsa üzüntüsünden kahrolur, inme inerdi vallahi!
Mesela Genelkurmay İkinci Başkanı iken çoğu general yüzlerce silah arkadaşı, AKP/Cemaat kumpasına kurban gitti. Eminim ki Hulusi Bey’in yüreği ezilmiştir hapse atılan silah arkadaşları için. Lakin ezik yüreğini kimseye açamadı, kahrını üzüntüsünü hep içine attı!
AKP/Cemaat ortak kumpasına kurban giden askerlerden Amiral Cem Aziz Çakmak, kanserden vefat etti. O tarihte Hulusi Paşa kuvvet komutanıydı. Lakin işlerin yoğunluğundan olsa gerek, Amiral Cem’in cenazesine katılamadı, üzüntüsünden bir kez daha kahroldu!
***

SİLAH ARKADAŞLARINA KALLEŞLİK İDDİASI
Üstüne üstlük bir de silah arkadaşlarını hapse attıran bilirkişi raporunu karargâhındaki icra subayı binbaşıya hazırlattığı iddiası ortaya atıldı. Evet evet! Yavuz Selim Demirağ’ın İmamların Öcü adlı kitabıyla Emekli Kurmay Albay Mustafa Önsel’in Ağacın Kurdu adlı kitabında böyle iddia ediliyor. Şahsen inanamıyorum bu iddiaya. Ordunun koskoca paşası silah arkadaşlarını nahak yere hapse attıracak bir rapora imza atar mı hiç? Hulusi Paşa nasıl da üzülmüştür! Kim olsa üzülür böyle bir kalleşlik iddiasına değil mi? Şahsen ben böyle bir iddiaya maruz kalsam, insan içine çıkamam. Hulusi Paşa da mutlaka üzülmüştür. Mutlaka üzülmüştür de, gerek bu iddiaya gerekse Fetullahçı olduğu imasına niye sessiz kaldı anlayamadım. Herhalde işlerinin yoğunluğundan cevap ermeye vakit bulamadı ya da tenezzül etmedi! Öyle ya, önce lafa bakılır laf mı diye, sonra söyleyene bakılır adam mı diye. Hulusi Paşa da öyle yapmıştır herhalde!

Aklıma gelmişken, yine bu kitaplarda Hulusi Paşa’nın komutanlığı döneminde yapılan sözleşmeli subay sınavlarında Alevi kökenli adayların mülakatta elendikleri iddia ediliyor ki, enseme silah dayasalar inanmam. Ebedi Başkomutan Atatürk’ün ordusuna kumanda eden bir paşa orduya personel alımında böyle ayrımcı nefret suçu niteliğinde bir fiilin faili olamaz değil mi?
***

MÜPTEZEL YAZARA TAZİYE MESAJI
Hulusi Akar Paşa’nın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi vallahi. Genelkurmay Başkanlığında ilk senesiydi. Türk medyasının müptezellikte rakipsiz yazarı Hasan Karakaya geberdi.
Yazının burasında biraz duralım. Hasan, Akit gazetesinin genel yayın yönetmeniydi, en aşağılık en ahlaksız lümpenleri bile utandıracak derecede kirli bir dili vardı; lakin o mahallenin dilinde “Ümmetin sesi ve usta kalemi” olarak biliniyordu. Prof. Ahmet İnsel’in yakıştırmasıyla “lağım gazetecisi” idi. Ne ki, istihkam sınıfının atası lağımcıların labirentlerinde değil, hakikaten lağımda, yani fosseptik çukurunda nefes alıp veriyordu; yazılarını o çukurdayken çıkarıyordu!
Hasan Karakaya, hiç eğip bükmeden Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’ya açıkça sahip çıkan gazetenin her şeyiydi. “Her şeyi” olduğu gazete Sivas Madımak Oteli katliamında öldürülen sanatçıların yazarların değil, katillerin savunucusuydu. Ne zaman bir laik aydın katledilse, Hasan Karakaya’nın gazetesi o aydının resmi üzerine çarpı işareti koyar.
Hasan Karakaya’nın hemen her yazısı, emek ve demokrasi talepleri aleyhine sövgü yazısıydı. Türkiye’nin yüz akı Taksim Gezi Direnişçilerine  Ulan köpek oğlu köpek! Ulan pezevenk!..  Ulan kaltak!..diye hakaret ediyordu. 
Gezi Direnişi sırasında Eskişehir’de polis/esnaf işbirliğiyle dövülerek katledilen Ali İsmail Korkmaz için, “Ne malûm dövülerek öldürüldüğü, Belki, Kafasını taşlara çarpmıştır!.. Belki de Koşarken dengesini kaybedip kafasını duvara çarpmıştır! Ya da, Ne bileyim, merdivenden düşmüştür! diye yazabilecek derecede vicdan yoksulu bir mahluktu Hasan Karakaya.
Soma’da yüzlerce maden emekçisinin can verdiği katliamın ertesinde Hasan Karakaya, tepkili emekçileri tekmeleyen Başbakanlık bürokratına Tekmelerine sağlık Yusuf!” diye sahip çıkıyordu.
İşte bu Hasan’ın gazetesinde TSK’ye karşı AKP/Cemaat ortak kumpasının ilk aşamasında “Onbaşı bile olamayacak kimselerin general olduğu memleket” başlıklı bir yazı yayımlanmıştı. TSK’deki generallerin tümü bu yazı üzerine Akit gazetesinden davacı olmuştu. Hulusi Akar da tümgeneral rütbesiyle davacı generaller arasındaydı.
Gel zaman git zaman Hasan Karakaya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ikram ettiği umre sırasında geberdi. Aşırı dozda viagra kullanımından kalp krizi geçirip geberdiği rivayet edildi. Derken, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın sözcüsü aracılığıyla Hasan Karakaya için taziye mesajı gönderdiği, mesajında “Türk gazeteciliğinde yeri doldurulmayacak bir boşluk oluştuğu”nu belirterek, “Dik duruşundan asla taviz vermemiştir” diye iltifat ettiği haberleri çıktı.
Şahsen Hulusi Paşa’nın içinden gelerek böyle bir mesaj gönderdiğine inanmıyorum. Olsa olsa karargâhındaki kurmay heyetinin komplosuna maruz kalmıştır ki, 15 Temmuz gecesi maruz kaldığı muamelenin komplonun yanında lafı bile olmaz!
***

15 TEMMUZ GECESİNDE İKİLİ Mİ OYNADI?
Hulusi Paşa’nın 15 Temmuz gecesi başına gelenler askerlik tarihinde hangi genelkurmay başkanının başına gelmiştir acaba? Aklıma bir tek 27 Mayıs 1960 gecesi genç subaylar tarafından tartaklanan Genelkurmay Başkanı müteveffa Rüştü Erdelhun geliyor.
Meş’um 15 Temmuz akşamı da Hulusi Paşa’nın başında olduğu ordunun generallerinin yarısı darbeye girişiyor. Hulusi Paşa’nın karargâhının neredeyse tamamı darbeci. Yaveri ve özel kalem müdürü subaylar bile darbecilerin safında. Öyle ki, bir ara Hulusi Paşa’nın boğazını kemerle sıkmışlar, sonra paketleyip götürmüşler. Aynı saatlerde kuvvet komutanları da paketlenmiş...
Neyse ki darbeciler başaramadılar. Hulusi Paşa ve kuvvet komutanları destek verseler belki de başaracaklardı. Destek vermemişler. Öyle ki Hulusi Paşa darbeci astlarını “Manyak mısınız lan” diye azarlamış bile. Buna karşın, ikili oynadıkları, darbenin mümkün olamayacağını görünce saf değiştirdikleri filan söylentileri yayıldı. Öyle ki, AKP’nin trol vekili Şamil Tayyar, Hulusi Akar’ın Divanı Harp’te yargılanması gerektiğini söyleyebildi. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Dere geçilirken at değiştirilmez” diyerek, istiskal etti.
Erdoğan darbe girişimini “Allah’ın lütfu” saydı, çıkardığı kararnamelerle Hulusi Paşa’nın altından bütün orduyu ve hastanelerini aldı, okullarını kapattı.
Bunlar yapılırken Hulusi Paşa’nın fikri sorulmadı. Öyle ki, Meclis’teki komisyona davet bile edilmedi, darbe gecesi neler olup bittiği konusunda anlatacaklarına tenezzül edilmedi, adeta operet paşası durumuna düşürüldü. Bunca istiskal karşısında bile Hulusi Akar sivil otoriteye saygısından ödün vermedi, eşsiz bir fedakârlıkla ordusunu başsız bırakma günahına girmedi!
***

KAFAMA SIKSAM DAHA İYİ
Bana göre en hazini ise, Başbakan 1000ali’nin anlattıkları. Hulusi Akar maruz kaldığı onca istiskalin kahrıyla Başbakan 1000ali’ye dert yanmış: “Albay’a bir talimat veriyorum, albaydan çıt yok. Tamam, başüstüne falan demiyor. Merak ediyorum niye böyle yaptı diye, gidiyor bir astsubaya… Abisi oymuş, amiri daha doğrusu… Astsubaydan olur alırsa dönüp, ‘Peki komutanım yapayım!’diyor.
Hulusi Paşa içini dökmüş. İki kişi arasında konuşulan orada kalır değil mi. Orada kalmamış ne yazık ki. Ağzında bakla ıslanmayan 1000ali cümle aleme duyurmuş...
Kendimi Hulusi Bey’in yerine koyuyorum da söyleyecek söz bulamıyorum. Genelkurmay Başkanıyım. Bir subaya emir veriyorum; o subay ‘emredersin’ demek yerine gidip bir çavuşun onayını alıyor. Üzüntümü Başbakan ile paylaşıyorum, o da cümle âleme ilan ediyor. Böyle aciz zavallı duruma düşürülmekten nasıl utanıyorum nasıl yüzüm kızarıyor anlatamam. Kafama sıkayım daha iyi... Kafama sıkmasam bile “Al atını da tımarını da, bana müsaade” der, basarım istifayı...
Tabii benimki bekâra karı boşamak. Ben kimim ki? Emekli üsteğmen. Ne bilirim Genelkurmay Başkanı’nın taşıdığı ağır sorumluluğu. Hulusi Paşa koskoca genelkurmay başkanı, onca yılın meslek ve hayat tecrübesiyle yüklü. Askerlik tecrübesi en fazla kantin çavuşluğundan ibaret, disiplin ve kışla gelenekleri nedir bilmeyen siyaset erbabının onca istiskali karşısında bile göreve devam ediyorsa, mesuliyet ve fedakârlık duygusunun ayriyeten ebedi Başkomutan Atatürk’e muhabbetin icabıdır. Böyle kritik bir dönemde ordusunu başsız bırakmak istemedi herhalde!
***

ŞERİATÇI YAZARA ZİYARET EZİYETİ
Bunca üzüntü angarya yetmezmiş gibi bir de Nuri Pakdil’in hanesini ziyaret eziyeti.
Nuri Pakdil kim?
Siyasal İslam’ın etkili kalemlerinden biri. Konuşmalarını “Yaşasın şeriat” diye bitiriyor.
Kemalist laiklerin “Ulu Önder Atatürk” hitabının karşısına “Ulu Önder Muhammet” hitabını çıkarıyor.
Yine Kemalist milliyetçilerin “Ne mutlu Türküm diyene” duasına “Ne mutlu Müslümanım diyene” diye karşılık veriyor.
Ayriyeten Mustafa Kemal Atatürk’ü “firavun” diye nitelendirmesiyle de tanınıyor.
İşte “Atatürkçü” ordunun Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, bu Nuri Pakdil’i evinde ziyaret etmiş. Yanında MİT Müsteşarı Hakan Fidan. Hanedan gazetecisi Selvi’nin yazdığına göre aşktan edebiyattan hatta Fenerbahçe’den konuşmuşlar...
İyi hoş da Hulusi Paşa o ziyaret fotoğrafında niye mesut mutlu görünmüyor? Sanki derdest edildiği15 Temmuz akşamındaki gibi üzgün keyifsiz.
Atatürkçü” ordunun Genelkurmay Başkanı olarak, Atatürk’ten nefret eden bir şeriatçıyı ziyaret etmek zorunda kalmanın üzüntüsü müdür acaba?
Sanıyorum öyledir. Bu kritik dönemeçte orduyu başsız bırakmamak uğruna bu fedakârlık da az şey değildir kanaatimce!..
***


Tam yazıyı noktalarken aklıma geldi.
Türk ordusunun Orgenerali Hulusi Akar, Irak’ta Türk askerini çuvala sokan Amerikalı generalden liyakat madalyası alırken verdiği fotoğrafta da pek mesut mutlu görünmüyordu. Türkiye / ABD ilişkilerinde sıkıntı yaratmamak için katlandığı bir fedakârlık mıydı yoksa?
Ne diyeyim?
Ah Hulusi Paşa ah!
Bu vatan uğruna kim neler yapmıyor nelere katlanmıyor ki?
Kimi şehit oluyor.
Kimi nutuk atıyor.
Kimi de sencileyin böyle eziyetlere katlanıyor işte!!!
Velhasıl-ı kelam,
Çok selam paşam!