31 Ocak 2017 Salı

OTOBÜSTE LİNÇ PROVASI: KUR’AN OKUMAK

Her günkü gibi sabah evden çıktım, Kızılay’a gitmek üzere otobüs durağındayım.
Gölbaşı TOKİ semtinde, 11374 nolu duraktan 195 nolu Ankara EGO otobüsüne bindim.
Yolculuk en az yarım saat sürecek. Kitap gazete dergi okumak için güzel bir fırsat.
Ben de alışkanlıkla kitabımı açtım, okuyorum. Beni lafa tutacak geveze bir tanıdık çıkmasın diye de dua ediyorum. Şu sıralar, tesadüfen elime geçen ASLAR adlı kitabı okuyorum. Yazarı Hikmet Arif Mapolar. Kıbrıs Türk halkının 1930’lardan itibaren verdiği mücadeleyi anlatan belgesel bir roman. Romanda, bu mücadelede öne çıkan kahramanlar, bu kahramanlar arasındaki rekabet ve fitne, İngiliz sömürge idaresi ile Türkiye Cumhuriyeti yanlıları arasındaki kavga, Rum halkının ENOSİS özlemi vs.  akıcı bir dille anlatılıyor.
Bugünkü yolculukta 1949 yılında Kıbrıs Türk Cemaati liderlerinden Necati Özkan’ın İstiklal gazetesini yayımlamaya başlamasını okuyordum ki...
Galiba TOKİ Hilal Camii durağıydı, sıra dışı bir şahıs otobüse bindi, biner binmez yüksek sesle Allah’ın selamını verdi. Alan aldı almayan almadı vs...
Sıra dışı deyişim şundan: Adam hiç abartısız bir cemaat şeyhi kılığında. Başında yeşil sarık, onun altında yeşil mintan, en altta da siyah şalvar. Sakalı sünnete uygun, bembeyaz upuzun. Olabilir, memlekette giyim kuşam özgürlüğü var. Mesela son olarak Jandarma personeline de türban hürriyeti verildi değil mi?
Dediğim gibi cemaat şeyhi kılıklı adam otobüse biner binmez Allah’ın selamını verdi. Yetmiş yaşın üzerinde gösteriyor. (Laf aramızda, ben de altmış yaşındayım!) Otobüste başörtülü birçok genç hanım var. Oturan erkeklerin birçoğu da herhalde aynı inancın yolcusudur. Ama hiçbiri “Buyur amca” demedi. (Yine laf aramızda, dolmuşta otobüste gençler bana yer veriyorlar, mahcup oluyorum!!!

(Daha sonraki bir rastlaşmada birlikte yolculuk ettik)
Yeşil sarıklı adam oturacak yer bulamadı, ortaya doğru ilerledi. Bir iki durak geçtik geçmedik, yeşil sarıklı adam yüksek sesle önce besmele çekti, ardından euzu. Ardından Kur’an...
Kur’an diyorum, zira Arapça bilmiyorum, olsa olsa Kur’an diyorum. Camilerde televizyon ekranlarında Kur’an diye okutulan dinletilen mesaja çok benziyor. Kim bilir, belki de Arapça başka şeyler söylüyor, belki şarkı türkü söylüyor belki de küfrediyor...
Ben Kur’an okuduğunu düşündüm. Kur’an okuduğunu düşündüm ama rahatsız oldum. Öyle ya, inan ya da inanma, Kur’an her yerde okunmaz, tilavet edilmez. Okuyan abdestli midir, gerçekten mümin midir? Dinleyecekler aynı şekilde. Abdestli olanı vardır olmayanı vardır. Hepsinden evveli, belediye otobüsü Kur’an okunacak yer midir!
Ben bu düşüncedeyken ve de müdahale etsem mi etmesem mi diye tereddüt ederken, başı açık orta yaşlı bir hanımefendi, sıkışık yolcu kalabalığını yara yara öne doğru ilerledi, nihayet otobüs sürücüsüne ulaştı. Duyabileceğim bir ses tonu ile “Adama müdahale eder misiniz? Kimse bu adamı dinlemek zorunda değil!” diye uyardı.
Kaptanın ne dediğini duyamadım. Herhalde “Ben karışmam” demiş olmalı ki, ne otobüsü durdurdu ne de şeyh kılıklı adama yönelik bir şeyler söyledi.
Zaten kitap okumam kesildiğinden rahatsızım. Kadının otobüs sürücüsüne ricası karşılıksız kaldığı için daha da rahatsızım. Yüksek sesle ikaz etmekten kendimi alamadım:
- Hacı Efendi, burası cami değil, lütfen susar mısın!!!
Demez olaydım. Hacı Efendi öyle bir baktı ki, karşımda IŞİD cellatları var sandım.
Etrafıma bakındım, özellikle başörtülü genç hanımefendilerin “Hacı amca, burası Kur’an okunacak, dinlenecek yer değil” demesini bekledim.
Beklediğimi bulamadım. Adam sesini daha da yükselterek Kur’an okumaya devam etti. Kendimi tutamadım, tekrar ikaz ettim:
- Hacı Efendi, burası Kur’an okunacak yer değil, mezarlık değil, susar mısın?
Derken, yine bir başı açık hanımefendi “Şaklabanlık bu” diye ekledi.
Başörtülü hanımefendilerden ve aynı yolun yolcusu beyefendilerden yine ses çıkmadı.
Sessiz kalmaları, otobüste Kur’an okunmasına destek miydi yoksa böyle bir ortamda Kur’an okunmasına itiraz eden laiklere tepki miydi, anlayamadım. Konuşup anlama olanağı da yoktu!
Kafa bu düşüncelerle meşgul iken, otobüs Gölbaşı Mezarlık durağına gelmişti. Yüksek sesle Kur’an okuyan (belki de meczup) şahıs durakta indi, inerken özellikle işaret parmağını sallayarak tüm yolcuları kâfir ilan etti, cehennem ile cezalandırılacaklarını tebliğ etti. Bu anda etrafa dikkat ettim, başörtülü genç kızlar ve hanımlar hiçbir tepki vermediler. Adamı onayladılar mı onaylamadılar mı, anlayamadım. Yüksek sesle “Sanki sadece kendisi Müslüman. İslam bu gibi yaratıklar yüzünden gözden düşüyor.” diye bağırdım, değişen bir şey olmadı.
Adam indikten sonra bir beyefendi benimle sohbet başlatmaya çalıştı. Müslümanlık bu değil, herkesin inancı kendine, böyleleri yüzünden din kötüleniyor, camide böylelerine yüz vermiyor filan... Doğrusu, ikili sohbete de heves edemedim, hı hı deyip kitaba daldım. Adam da ısrar etmedi.
Yolculuk sona erdi, kendi kendime düşündüm. Uluorta din istismarına önünü ardını düşünmeden tepki vermişim.
- Hacı Efendi, burası cami değil, lütfen susar mısın!!! demişim.
Kendimi sorguladım. Böyle bir tepki vermeye hakkım var mı?
Uzun ama çok uzun bir muhakeme sürecinin ardından diyorum ki,
Böyle bir tepki vermeye kesinlikle hakkım var.
Hakkım  var da, benzer başka bir yolculukta sonuç ne olurdu, hikâye nasıl sonuçlanırdı?
Mesela, bu adam yalnız olmayabilirdi.
Beraberinde birkaç başka meczup da olabilirdi.
Ben itiraz ettiğimde biri veya mütedeyyin başka bir yolcu sesini yükseltebilirdi:
- Adam güzel güzel Kur’an okuyor, nesine itiraz ediyorsun?
Başka bir yolcu ekleyebilirdi:
- Sen Müslüman değil misin yoksa, niye rahatsız oldun?
Yanıtlasan bir türlü, sessiz kalsan başka türlü.
Hadi diyelim, yanıt verdim. Bu defa başka biri tekbir getirdi, bir diğeri aynı şekilde Kur’an okumaya başladı, başka birileri ilahi terennüm ediyorlar... Kavga çıkıyor. Sürücü, otobüsü karakola çekiyor. Bir iki “mücahit” dine küfrettiğim yolunda ifade veriyor. Savcı yargıç...
Daha vahimi, iş karakola savcıya yargıca kalmadan otobüste halloluyor...
Olmayacak şey değil. Burası Türkiye. Yani son otuz kırk yılda tarihinde hiç olmadığı kadar Müslümanlaşan bir coğrafya. Ayrıntısına girmeyeyim, IŞİD’e sempati duyanların yüzde 9’a ulaştığını belirtmekle yetineyim...
Anlattığım yolculuk hikâyesi aynıyle vaki.
Söyleyin dostlar!

Ne yapmalıydım?

26 Ocak 2017 Perşembe

REFERANDUM HAYIRLI OLUR MU?

Cumhurbaşkanlığı sistemi adı altında tek adam faşizmini anayasallaştıran yasa için Nisan ayı başında referanduma gidilecek. Sandıktan evet çıkarsa, Türkiye’nin 200 yıla yayılan modernleşme (aslında yarı sömürgeleşme) sürecindeki burjuva demokratik kazanımlarının son kırıntıları da silinecek, ülke padişahlıktan da geri istibdat rejimine sürüklenecek.
Peki sandıktan evet çıkar mı, ülke göz göre göre böyle bir felakete sürüklenir mi?
İstibdat felaketini engellemenin en önemli adımı, sandıktan hayır çıkması. Ancak seçmen çoğunluğunun tek adam diktasına hayır demesini sağlamak kolay değil. Çünkü dikta cephesi ile demokrasi cephesi referandum kampanyasında eşit silahlara sahip olmayacaklar.
***

DEMOKRATİK AZINLIK DİKTACI ÇOĞUNLUK
Her şeyden önce demokrasi cephesi ile dikta cephesinin temsil ettikleri seçmen kitlesi arasında devasa bir dengesizlik var. Güncel siyasal kompozisyonda demokrasi cephesi CHP+HDP+sosyalist partilerden oluşuyor. Demokrasi cephesinin temsil ettiği seçmen oranı kabaca yüzde 35 kadar. Buna karşılık dikta cephesini oluşturan milliyetçi mukaddesatçı AKP+MHP blokunun toplam oy oranı, aynı kulvardaki diğer siyasal yapılarla birlikte yüzde 65’e yaklaşıyor. Böyle bir siyasal kamplaşma bile demokrasi cephesinin işinin ne denli zor olduğunu gösteriyor ki, CHP+HDP+sosyalist partiler bloku bugüne değin sandıkta üstünlük sağlayamadı.
Bir diğer nokta, demokrasi cephesinin birbirlerine soğuk duran bileşenlerden oluşmasına karşılık dikta cephesinin Türk İslam sentezi şemsiyesi altında nispeten homojen bir kitleden oluşması.
Dikta cephesindeki siyasal ve sosyal yapılar, Kürt sorunu, eğitim, laiklik ve hayat tarzı, Aleviler ve gayrimüslim azınlıklar, dış politika gibi temel sorunlarda ortak tutum alabiliyor. Özgürlük, demokrasi, hukuk devleti, sosyal adalet, laiklik, çağdaş yaşam, farklılıklara saygı gibi dertleri yok. Hatta ve hatta bireysel ve toplumsal ahlakı da dert edinmiyorlar. Hırsız ve yolsuz içlerinden biri ise, hele hele alnı secdeye değiyorsa, hiçbir rahatsızlık duymadan görmezlikten gelebiliyorlar, laiklerle hesaplaşma söz konusu ise rahatlıkla sahiplenebiliyorlar, seçimlerde oylarıyla destekleyebiliyorlar. Siyasal telakkileri aynı ölçüde özgürlüğe ve demokrasiye kapalı. Milliyetçisi “başbuğ”, İslamcısı “hilafet” devleti özlemiyle yüklü. Yani ikisi de tek adam yönetimine teşne. İkisi de sadece kendisine demokrat. Bu camiada yetişmiş liberal bir akademisyenin ifadesiyle “Bu tabanın önemli bir kısmı, kendisi baskı altında değilse, iktidarın baskıcı olmasına karşı çıkmaz. Otoriter yönetime ‘hayır’ diyen bir taban değil bu. (…) Bu gelenekte eleştirmek ve muhalefet etmek yerine itaat var.” (Neşe Düzel’e konuşan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Taraf, 1 Şubat 2010).
***

IRKÇI ÜMMETÇİ AYRIMCI DÜŞMANLAŞTIRICI BİR KAMPANYA
Özgürlük, demokrasi, hukuk devleti, laiklik, çağdaşlık gibi değerlerde böylesine farklılık olunca, dikta cephesinin referandum için ayrımcı, düşmanlaştırıcı bir kampanya yürüteceği kolayca tahmin edilebilir. Nitekim iktidar sözcüleri “hayır” oyu verecek olanları şimdiden “şer cephesi” diye yaftaladı, terör örgütleriyle aynı potaya soktu.
Resmen açıklandığı üzere MHP özel bir kampanya yürütmeyecek. Evet kampanyasını esas olarak AKP  ve Cumhurbaşkanı Erdoğan yürütecek. Kampanya boyunca Erdoğan ve AKP, İslami sloganlarla kendi seçmenlerini konsolide etmenin yanı sıra MHP yönetimine tepkili ülkücü milliyetçi seçmenlere “Bölücü terör örgütü ve onun siyasi uzantısı HDP ile aynı safta mı olacaksınız?” diye sormaktan, “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” sloganıyla milliyetçi duyguları tahrik etmekten geri durmayacak. Yanı sıra fısıltı gazetesinde, FETÖ’den ve solculardan boşalan devlet kadrolarına ülkücülerin yerleştirileceği propagandası yapılacak, Devlet Bahçeli’ye tepkili tabanın hayır oyundan vazgeçirilmesine çalışılacak.
Dikta yanlısı kampanyanın mesajları bununla sınırlı kalmayacak elbette. Kampanya boyunca Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin mitinglerinde başkanlığa karşı çıkanların hain veya FETÖ’cü ilan edilerek dış mihraklardan beslenmekle suçlanması; bıktırırcasına “FETÖ’cüler, DAEŞ’liler, PKK’lılar için idam” çığlıkları atılması; her fırsatta Rabia selamı verilerek “15 Temmuz şehitleri” için rahmet dilenmesi; ekonomideki sıkıntıların ve terörün ancak başkanlık sistemiyle aşılabileceği propagandası vs... Kampanya boyunca yoksul evlere odun kömür makarna ve bilumum erzak paketi servisi ki, asgari yüzde 10 oranında oy demektir... Kampanyanın finalinde ise muhtemelen Yenikapı mitinginde Erdoğan ve Bahçeli’nin birlikte kürsüye çıkmaları da beklenebilir.
***

DEMOKRASİ CEPHESİNİN ŞEYTANLAŞTIRILMASI
Referandum sürecinde demokrasi cephesi sadece dikta yanlısı milliyetçi muhafazakâr çoğunluğa laf anlatmak zorunda kalmayacak, doğrudan devlet ile de mücadele edecek. Olağanüstü hal koşullarında devlet, demokrasi cephesini gözden düşürmek, itibarsızlaştırmak için tüm gücünü kullanacak. Cumhuriyet, BirGün, Evrensel gibi bir avuç kalmış eleştirel gazeteler dışında tüm medya mecralarında ve devlet faaliyetlerinde demokrasi cephesi şeytanlaştırılacak, moda deyimle tam saha baskı uygulanacak. Her şeye karşın “hayır” demek isteyen yazarlar, sanatçılar, gazeteciler iktidar gücü ve olanaklarıyla baskı altına alınacak...
Erdoğan yönetimindeki devletin demokrasi cephesini şeytanlaştırmakla yetinmeyeceği, hayli deneyimli olduğu yöntemlerle terörize etmekten geri durmayacağı da muhakkaktır. Bu bağlamda terörle mücadele bahanesiyle gözaltı ve tutuklamalar, “hayır” mitinglerinin yasaklanması, yasaklanmayan mitinglere katılımın düşmesi için fısıltı gazetesinde “saldırı olabilir” endişesinin yaygınlaştırılması, provokasyonlar, nihayet din kardeşi taşeron örgütlerin suikastları ve saldırıları sürpriz olmayacaktır. PKK’nin irrasyonel siyasi körlükle girişebileceği eylemler de demokrasi cephesinin günah hanesine yazılacaktır.
Bu dezavantajların yanı sıra Türkiye’nin siyasi tarihi de, seçmenlerin referandumlarda hayır demeye pek yatkın olmadığını gösteriyor. İktidarın yenilgiye uğradığı referandumlar, 12 Eylül faşizminin mirası siyasi yasakların kaldırılmasıyla ilgili 1987 oylaması ile yerel seçimlerin öne çekilmesiyle ilgili 1988 oylamasıyla sınırlıdır.
***

SANDIKTAN HAYIRLI BİR SONUÇ ÇIKABİLİR
Dikta cephesi ile demokrasi cephesinin seçmen kitlesi arasındaki devasa orantısızlığa ve devletin tüm gücüyle “evet” için abanacak olmasına, demokrasi cephesinin dağınıklığına  karşın dikta cephesinin zaferi mutlak değildir.
Seçmenler elbette öncelikle parti aidiyetiyle tercih yapacaklardır. Buna karşılık referandum, seçim havasında değil, Recep Tayyip Erdoğan için referandum olarak gerçekleşecektir. Böyle bir referandumda Erdoğan bir kez daha zafer kazanabileceği gibi yenilgiye de uğrayabilir.
Erdoğan, 2010 referandumunu “yetmez ama evet”çi liberallerin akıl dışı desteği, Kürt partisinin boykotu sayesinde yüzde 58’le kazanabildi; 2014 yılında kıl payı farkla cumhurbaşkanı seçilebildi; 7 Haziran 2015 seçiminde ise azınlığa düştü.
Erdoğan için nihai kader oylamasına dönüşen Nisan 2017 referandumu Erdoğan’ın yenilgisiyle sonuçlanabilir. Nitekim AKP medyası ve türlü çeşitli yöntemlerle baskı altına alınan merkez medya, başkanlık projesini coşkuyla sahiplenemiyor. Medyada 2010 referandumundaki gibi bir coşku havası yok. İktidar partisinin ticari ortağı anket kuruluşları da garantili sonuç öngöremiyorlar. En fazla, evet ve hayır oylarının başa baş olduğunu söyleyebiliyorlar. Yanı sıra MHP’li seçmenlerin yarısının “hayır” kararında olduğunu, dörtte birinin de kararsız olduğunu söyleyebiliyorlar.
Medyada, Erdoğan cuntası ve AKP yönetiminin referandumu kazanabilmek için başkanlık macerasına “hayır” demeye eğilimli AKP’li ve MHP’li seçmenlere, Kürtlere ve Alevilere yönelik özel kampanya hazırlığı yaptığı bildiriliyor. Ancak, AKP ve Külliye cuntasının bu defa anlatacağı bir cazip hikâye ve senaryodan söz edilemiyor. 1 Kasım milletvekili seçiminde başarı getiren “başkanlık gelirse terör biter” senaryosu da şu günlerde telaffuz edilir edilmez tüketildi.
Netice-i kelam, AKP’nin ve devletin devasa propaganda gücüne karşın, Nisan 2017 referandumu Recep Tayyip Erdoğan’ın yenilgisiyle sonuçlanabilir ki, (sömürge tipi) asgari burjuva demokrasisinin ihyası yolunda sadece ilk adım olabilir.

Not: Bu yazı, referandum için kullanılacak oyların dökümü ve sayımında Yüksek Seçim Kurulu’nun nasıl bir rol oynayacağı sorusu dikkate alınmadan kaleme alınmıştır!!!

15 Ocak 2017 Pazar

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İNTİHAR CELLATLIĞIDIR!!!

Türkiye AKP iktidarında intihar cellatlarıyla tanıştı. Son bir buçuk yılda gerçekleşen bombalı intihar saldırılarında yüzlerce kişi can verdi.
Toplumun güvenliğini olduğu kadar ruh sağlığını da derinden bozan bombalı intihar pratiği siyaseti de teslim aldı ne yazık ki. TBMM, kendisine ait yasama yetkisini ve devlet erklerini kişiye devrederek intihar ediyor, Türkiye’yi 12 Eylül faşizminin bile gerisine sürüklüyor.
***

Emperyalizmin patronu tarafından “Bizim çocuklar” diye sırtları sıvazlanan 12 Eylül faşistleri bile bu denli intihar bombacısı intihar celladı olmamışlardı. 12 Eylül faşistleri bile süngü zoruyla kabul ettirdikleri anayasada faşizmi bu denli açıkça sahiplenememişlerdi.
Abuk sabuk o anayasada bile,
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, egemenliğin hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı yazılıdır (Madde 6).
O anayasada bile yasama yetkisinin TBMM’ye ait olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği kayıtlıdır (Madde 7).
Hatta ve hatta o anayasada bile, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu bile iddia edilmektedir (Madde 10).
O anayasa, aleyhte propagandanın yasaklandığı, evet hayır oylarının şeffaf zarflarla verilebildiği, yani açık oylama şartlarında yüzde 92 oyla kabul edilmişti.
O tarihlerde Urfa Suruç’ta sınırı korumakla görevliydim. Çarıklı erkânı harp köylüler anayasa referandumunda ne yapmaları gerektiğini bana soruyorlardı. Yaşım 24 idi. Gençliğin en görkemli olması gereken yaşlardaydım yani. Hakkımda “sakıncalı personel dosyası” düzenlenmişti. Adı komüniste çıkmış, zaten öyle bir subay olarak dilimin döndüğünce anlatıyordum:
- Bakın arkadaşlar! Çoğunluk evet derse, Kenan Paşa idareyi sivillere devredecek. Dolayısıyla evet derseniz, şöyle demiş olacaksınız: Ey Kenan Paşa, senden bıktık usandık, artık başımızdan git, idareyi sivillere devret! Yok eğer referandumda hayır derseniz de şöyle demiş olacaksınız: Ey Kenan Paşa, biz seni çok seviyoruz, sakın bizi sivillere bırakma!
Çarıklı erkânı harpler bir an ellerini başlarına götürmüşler ve şöyle karşılık vermişlerdi:
- Anlamışek kumutan, biz Kenan Paşamızı çok seviyik, hayır diyecaaaz!
Günahlarını almayayım. Gerçekten hayır dediler mi demediler mi, bilemiyorum. Bilmem de mümkün değil. Tam o tarihlerde “yasa dışı görüşler” edindiğim gerekçesiyle tutuklandım. İşkenceli sorguların ardından iki buçuk yıldan fazla tutuklu kaldım, o arkadaşlarla bir daha karşılaşamadım. Yüzde 92 oranında evet oyu verdikleri muhakkaktır!
***
           
Aradan 35 sene geçti. Gündemde yine anayasa değişikliği yine referandum var.
Bugünün siyasal İslamcı “sivil” faşistleri 35 sene evvelki “askeri” faşistlerin de gerisinde.
En basitinden, 12 Eylül faşistleri bile egemenliğin hiçbir şekilde kişiye bırakılamayacağını yazmışlardı anayasa metnine. Bugünün milliyetçi mukaddesatçı İslamcı faşistleri, duygu vampiri gibi sömürdükleri milli iradeyi ve egemenliği sınıfa ve zümreye de değil, kişiye bırakıyorlar.
Evet evet milli iradeyi ve egemenliği kişiye bırakıyorlar.
Bilal’e anlatır gibi bir kez daha açıklamaya çalışalım.
Söz konusu anayasa değişikliği gerçekleştiğinde,
- Cumhurbaşkanı aynı zamanda partisinin genel başkanı olacak.
- Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimi aynı gün yapılacak.
- Cumhurbaşkanı, partisinin milletvekili listesini yazacak, istediği tarihte Meclis’i feshedip seçime gidebilecek.
- Cumhurbaşkanı, hem hükümetin hem de çoğunluk partisinin başkanı olacak.
- Cumhurbaşkanı çoğunluk partisinin genel başkanı olarak yasama erkinin başı olacak.
- Teklif Hakimler Savcılar Kurulu’nun yarısının Cumhurbaşkanı yarısının da Meclis tarafından seçilmesini öngörüyor. Yani Cumhurbaşkanı Meclis’te çoğunluk partisinin başkanı ve hükümet başkanı olarak yargının da başkanı olacak.
- Meclis, hükümet ve yargının yanı sıra devletin askeri ve polisi de o Reis’in askeri polisi olacak.
- Yasamanın yürütmenin ve yargının başı Reis ülkeyi kararnamelerle yönetecek, savaş sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan edebilecek. Buna karşılık Meclis Cumhurbaşkanı’ndan, sayısı belirsiz yardımcılarına ve bakanlarına hesap soramayacak.
- Meclis’in varlık nedeni olan bütçe yapma yetkisi de Cumhurbaşkanı’na geçecek. Reis üst düzey görevlilerin atanmasına ilişkin usul ve esasları kararnameyle belirleyecek, yani devleti istediği gibi yapılandıracak.
Özetle, söz konusu anayasa değişikliği, burjuva demokrasisinin olmazsa olmaz değerindeki temel ilkesi erkler ayrımını değil, erklerin Reis’te birleşmesini öngörüyor. Böyle bir rejim başkanlık rejimi değil, parlamenter rejim hiç değil, mutlakiyetçi padişahlık rejimidir ki, padişahlıkta bile Sadrazam yani Başbakan vardır. AKP/MHP ittifakıyla dayatılan anayasada Başbakan da yoktur.
***

İNTİHAR CELLADINI DURDURALIM!” başlıklı yazımızda vurguladığımız üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefetteyken, yani RP İstanbul İl Başkanı iken, Kürt sorununda alışılmış devlet siyasetini “intihar cellatlığı” olarak eleştiriyordu. Ne acıdır ki, din ticareti yaparak Cumhurbaşkanlığına kadar yükselen Erdoğan için Kürt meselesi, Alevi sorunu, azınlıklar sorunu, hatta demokratikleşme sorunu, takiyye ve külliye entrikaları uğruna istismar edilecek sorunlar olmanın ötesinde değer taşımadılar. Bugün bizzat Erdoğan intihar cellatlığına soyundu.
Bugün intihar cellatlığı Kürt meselesini de aştı. Devlet kurucusu Meclis, yani kuruluş döneminde diktatör olmakla eleştirdiği Mustafa Kemal’e kök söktüren Meclis, intihar etmekle kalmıyor, Türkiye’yi topyekûn intihara sürüklüyor.
Türkiye anayasa değişikliği adı altında ahlaken, vicdanen, siyaseten intihar ediyor.
İntihara yardımcı olmak insanlık suçudur.
Anayasa değişikliği adı altında, 12 Eylül askeri faşist darbesi kadar vahim İslamcı faşist darbeye direnmek, hayır demek insanlık ve yurttaşlık görevidir!