27 Mart 2015 Cuma

BİR DOLANDIRICILIK GİRİŞİMİ MİYDİ?

Telefon çaldı, ekranda 0 rakamı gözüktü.
Haber ve yorum ilettiğim radyodan aradıklarında ekranda bazen 0 rakamı gözüküyor.
O yüzden, “Radyodan arıyorlar” düşüncesiyle ahizeyi kaldırdım, tanımadığım bir ses:
-          Rahmi Yıldırım ile mi görüşüyorum?
-          Buyurun.


-          Efendim ben falanca, filan bankadan arıyorum. Bankamızın çeşitli uygulamaları konusunda bilgilendirmek istiyorum.
-          Buyurun dinliyorum.


-          Efendim hizmet kalitesi ve güvenlik açısından görüşmemiz kayıt altına alınacaktır, kabul ediyor musunuz?
-          Kabul ediyorum.


-          Doğum yeriniz ve ay gün olarak doğum tarihiniz?
-          Pardon ama bilgi aktarmak için aradınız, bilgi soruyorsunuz.


-          Efendim görüşmemizin güvenliği açısından gerekiyor.
-          Bakın sizi tanımıyorum. Bankadan aradığınızdan da emin değilim. Emin olsam bile neden size kimlik bilgilerimi vereyim ki. Aktaracağınız bilgi devlet sırrı olamaz, banka sırrı olamaz. Ben Rahmi Yıldırım. Vereceğiniz bir bilgi varsa, dinliyorum.


-          Yani kimlik bilginizi vermek istemiyorsunuz.
-          İstemiyorum.


-          İyi günler o halde.
-          Güle güle!

Anlam veremediğim bir görüşmeydi.
Acaba bir dolandırıcılık girişimi miydi?
Vaktime kıyıp, yanlış bilgi versem diyalog nasıl gelişirdi?


23 Mart 2015 Pazartesi

UHREVİ SADAKATTEN DÜNYEVİ İHANETE Mİ?

Cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasındaki ilişkiler (yardımcı oyuncular ve gönüllü piyonların atışmaları üzerinden okumak gerekirse) saç saça baş başa bir görüntü vermeye başladı.
Başbakan Yardımcısı rolündeki Bülent Arınç’ın açıklamaları gösteriyor ki, iktidar partisi içinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu arasında bir güç paylaşımı kavgası var.
Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmak üzere yola çıkarken, kendisine hiç sırt çevirmeyecek, dirsek göstermeyecek emanetçi olarak Ahmet Davutoğlu’nu seçmişti. O tarihlerde ben dahil, gazeteciler ve siyaset gözlemcileri AKP içinde bir çatlamanın çok zor olduğunu, çünkü AKP’nin laik bir parti olmadığını, parti içinde biat ilişkisinin geçerli olduğunu söylüyorduk. Görünen o ki, çok zor denilen olasılık gerçekleşti; biat ilişkisi, seküler hayatın ilişkilerine, yani dünyevi siyasetin kurallarına yenik düştü.
Gelinen noktada görülüyor ki, Recep Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu, aynı davanın takipçisi olsalar da aynı kulvarda yürümüyorlar. Bu ayrılığın çok işaretleri görüldü. Başkanlık sistemi tartışmaları, Merkez Bankası, MİT Müsteşarı’nın adaylığı filan… İşaretlerin çoğu da Kürt meselesiyle ilgili. Kamuoyuna yansıyan asıl kopuşma Kürt meselesinde oldu. Hükümet, Abdullah Öcalan HDP ve Kandil ile yürütülen Çözüm Barış Süreci’ni Tayyip Erdoğan’dan da fazla sahiplendi, ortak açıklama noktasına taşıdı, İzleme Heyeti kararını kamuoyuna açıkladı.
Tayyip Erdoğan karşılık olarak Süreci istihbarat faaliyeti olarak gördüğünü vurguladı ve İzleme Heyeti oluşumuna karşı çıktı. Nihayet Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Ülkeyi hükümet yönetiyor, sorumluluk hükümete aittir” diyerek, Erdoğan’a parti içinde bugüne değin görülmemiş ölçüde en açık ve en sert itirazı yaptı.
Bu noktada, yani Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki zıtlaşmanın gizlenemez hale geldiği noktada, Tayyip Erdoğan yanlısı aktörler devreye girdi. Başta Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek olmak üzere, Bülent Arınç’ı “Paralel Yapı uzantısı” diye suçladılar. Bülent Arınç, Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında Melih Gökçek’e hakikaten ancak en düşük seviyedeki kavgada kullanılabilecek bir üslupla karşılık verdi.
Her şeye karşın Bülent Arınç bugünkü açıklamasında, “Liderimizdir, aile reisidir, halkın kahramanıdır” diyerek Erdoğan’ı sahiplendi; ancak, Çözüm Süreci konusundaki itirazlarını geri almadı; bu konuda mesela İzleme Heyeti konusunda Erdoğan’a yeniden bilgi vereceklerini söyledi.
Bülent Arınç’ın Erdoğan’ı sahiplenmiş görünen sözleri siyasi nezaket icabı söylenmiş sözler.
AKP içindeki iktidar kavgasının milletvekili aday listelerinin teslim edileceği tarihe kadar daha da sertleşeceğini öngörmek ise kâhinlik değil.
Erdoğan’ın “Bu seçim başkanlık sistemi seçimi olacak” diye muhtarlardan bile destek talep etmesine karşılık Ahmet Davutoğlu’nun ve Bülent Arınç’ın başkanlık sistemi isteğini destekleyici bir tutum içinde olmamaları da son derece dikkat çekici.
Sonuç olarak, galiba dünyevi siyaset kendi hükmünü icra ediyor.
Malum, “bir posta yedi derviş sığar da iki şeyh sığmaz!
Bu kavgadan ezilenler ve yoksullar lehine bir sonuç çıkar mı?

Ezilenler ve yoksullar bu kavganın ayırdında olsalar belki!!!  

21 Mart 2015 Cumartesi

CUMHURBAŞKANI’NI KANDIRAN ALLAH’TAN BULSUN!


Reisicumhur Recep Bey, Harp Akademileri Komutanlığı'nı ziyareti sırasında erkânıharp zabitlerine içini dökmüş. Ergenekon ve Balyoz davaları için dertleşirken, “Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş bir yapının yürüttüğü kumpasa maruz kaldık, aldatıldık” demiş.
Silah arkadaşlarının (ve arada bir genelkurmay başkanının) ellerine kelepçe vurulmasını seyretmiş erkânıharp zabitleri ne düşünmüşlerdir bilemem. Şahsen ve bizatihi kanaatim odur ki, Reisicumhur Recep Bey “aldatıldık” derken samimi davranmıştır.
Recep Bey samimi konuşmuştur. Zira bildiğim kadarıyla Müslüman adamdır. Müslüman adam kimsenin kötülüğünü istemez. Ayriyeten hep samimidir, halk tabiriyle delisi dışında bir insandır Recep Bey. Aklındakini eğip bükmeden olduğu gibi ifşa eder. Üstüne üstlük çok saf ve temiz yüreklidir. Saf ve temiz yürekli olduğu için de rahatlıkla dolduruşa getirilebilir, aldatılabilir. O yüzden “Paşalar ve subaylar içeri tıkılırken aldandık” derken doğruyu söylediğine inanıyorum; muhalefet baykuşlarının “Aklın başına yeni mi geldi!” yollu azarlamalarına itibar etmiyorum.
***

Tabii daha önce de pek çok kez kandırılmış olması aklımı kurcalamıyor değil. Öyle çok aldatıldı ki, hangi birini saymalı?
Mesela, 2003 yılında hükümeti kurar kurmaz Amerikan keferesiyle birlikte Müslüman komşu Irak’ın üzerine çullanmaya kalktı. Çok vahim bir hataydı. Allah’tan harp tezkeresi Meclis İç Tüzüğü engeline takıldı da, ehli saliple birlikte Müslüman kanı dökmek günahının kıyısından döndük! Şahsen bu hadisede Recep Bey’i o sinsi bakışlı George Dabılyu Bush’un kandırdığını sanıyorum.
Kraker yerken boğulmaktan zar zor kurtulduğuna bakmayın, ne hinoğlu hindir o Dabılyu Bush! Bizim saf ve temiz yürekli Recep Bey’i Irak seferine razı etmek için ne diller dökmüş ne paralar vaat etmişti. Recep Beyi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğuna bile inandırmıştı kâfir!
Dedim ya Recep Bey’in ilk aldanması değil. Suriye politikasında da feci şekilde aldatıldı. Birkaç hafta içinde Şam’da Emevi Camii’nde fetih namazı kılacağına inandırdılar. Dolduruşa getirip aldatan kim? Bir fikrim yok aslında. Söylemek gibi olmasın, devrin Hariciye Nazırı Ahmet Bey’den kuşkulanıyorum. Stratejik Sığlık, pardon Stratejik Derinlik kitabını okudum da, hamasetle aklını bu denli bozmuş bir akademisyeni değil Hariciye Nazırı ve akabinde Sadrazam yapmak, sıradan bir araştırma şirketinde bile iş vermem vallahi. Recep Bey, rical zevatı diye etrafına topladığı kimselere çok dikkat etmeli hem de çoook!
İyi niyetini ve temiz kalpliliğini istismar edip Recep Bey’i öyle çok aldattılar ki!
Gezi Direnişi için aldattılar, “Çapulcular Vandallar” dedirttiler.
Merkez Bankası Başkanı’na kılıç sallaması için aldattılar.
Kabataş rezaletinde aldattılar.
Alın teri helal kazancını evinde istif etmesi için aldattılar.
Muammer, Egemen, Zafer konusunda aldattılar.
Ayakkabı kutularında milyon dolar saklayan müdür konusunda aldattılar.
Dünya lideri olduğuna, diğer ülke liderlerinin kendisini kıskandığına inandırdılar.
Dünya lideri ne kelime, “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan lider” olduğuna bile inandırdılar.
Aldattılar da aldattılar…
Yakında Kürt Meselesinde Çözüm Süreci’nde “Sayın Öcalan bizi kandırdı” da diyebilir.
Ondan sonra efendime söyliyim kim bilir hangi mevzuda kim tarafından kandırılacaktır?
***

Peki koskoca Başvekil, koskoca Reisicumhur nasıl oluyor da bu kadar kolay kandırılabiliyor?
Valla psikolog değilim psikiyatr değilim. Recep Bey’in nasıl olup da bu kadar kolay kandırılabildiği konusunda fikir beyan edemem. En fazla diyebilirim ki, saf ve temiz yürekli olduğu için kolayca kafaya alınabiliyor. Böyle bir insanı istismar etmeyecek kaç kişi çıkar dersiniz?
Ama insaflı olmak lazım efendim. Recep Bey tarihte kandırılan ilk lider değil ki!
Hatırlatmak gibi olmasın, Yüce Allah’ın ilk peygamberi Âdem Babamız bile Şeytan’ın kışkırttığı Havva Ana tarafından kandırılınca ceza olarak cennetten kovuldu.
Hatırlayın lütfen, memleketimin ilk kadın Sadrazamı Tansu Hanım’ı milli dolandırıcı Selçuk Parsadan çarpmış ve tahsisatı mestureden kopardığı hatırı sayılır bir miktarı barlarda pavyonlarda çar çur etmişti.
Teşbihte hata olmaz, ecdattan Kanuni Sultan Süleyman’ı bile, hükümdarlığa en layık oğulları Mustafa ve Bayezid’i katletmesi için zevci Hürrem Hatun ve Sadrazam kehleli Rüstem aldattılar?
***

Sonra (benzetmek gibi olmasın) yine ecdattan Sultan İbrahim Han, Allah O’ndan razı olsun!
İlmi liyakatleri kuşkulu tarihçilerin iğvasına uyup siz O’nu “Deli İbrahim” diye biliyorsunuz ama 12 ciltlik Türkiye Tarihi’nin müellifi merhum Yılmaz Öztuna ve Reşat Ekrem Koçu ve dahi Alman tarihçi Hammer şahidimdir ki, zinhar deli değildi.
Risalenin bu anında biraz duralım efendim.
Tarihçi kılıklı psikolojik harp erbabına bakılırsa merhum Halife ve Padişah Sultan İbrahim Han sakalına inci dizdirmiş, sarayın havuzundaki balıklara para atmış filan. Sakalına inci dizdirse ne olacak balıklara sikke ikram etse ne olacak. Bu dedikoduları ciddiye alıp merhuma “deli” sıfatını yapıştıran tarihçiler devrin Şeyhülislam’ı Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Zeyl-i Ravzatu’l-Ebrar’ını esas almışlardır ki, Abdülaziz Efendi’nin Sultan İbrahim Han’ın katlinden sorumlu olduğunu, kendini temize çıkarmak için risalesinde kinle böyle iftiralar attığını bilmekte fayda vardır.
Hâlbuki İbrahim Han öyle hafif akıllı değildi. Gençliğinde üç kardeşinin ağabeyi Padişah Dördüncü Murat Han tarafından boğdurulmasına tanık olmuş, sarayda hapsedildiği kafeste her gün cellât bekleye bekleye sinirleri yıpranmıştı. Üstüne üstlük müzmin baş ağrısından mustaripti. Fevri hareketleri müzmin baş ağrısından ileri geliyordu. Lakin tarihçilerin atıkları iftiranın aksine “deli” değildi, şuur bozukluğuyla alakası yoktu. Öyle ki, o devir yeniden incelense, Sultan İbrahim Han’dan özür dileneceği ve itibarının iade edileceği muhakkaktır. Sultan İbrahim’in aşırı gözüken hareketlerinin daha aşırısını yapan birçok hükümdar vardır; haklı olarak “deli” lakabıyla tarihe geçmişlerdir. Mesela Deli Petro filan...
Yıllar süren korku ve baş ağrısına rağmen, cülus merasiminde “El-hamdü’li’laahi yâ Rab ki, benim gibi za’if kulunu bu makama lâyık gördün. Ya Rab, eyyâmımda ümmeti hoş-hâl eyle ve birbirimizden hoş-nûd eyle!” diye dua etmiştir ki, Osmanlı tarihinde ilk meşrutiyet fikri sayılabilir. Zira halife padişahlar ümmete değil sadece Allah’a karşı sorumluydular ve sadece Allah’a hesap verirlerdi.
Korku ve baş ağrısı Veliaht Şehzade İbrahim’in cinsî kudretini de menfi istikamette etkilemişti. Cinsî kudretini padişah olduktan sonra meşhur Cinci Hoca’nın telkinleriyle kazandı, hafakan illetinden kurtuldu. Ondan sonra tut tutabilirsen; gecede birkaç cariye az geliyordu vallahi. 
Doğrudur, Halife Sultan İbrahim Han da Recep Bey gibi fevriydi, tepkilerinde aşırıya kaçtığı oluyordu. Mesela padişahlığının 7’nci senesiydi galiba, etrafını saran dalkavukların yellemesiyle artık kendisine her fikir ve ilhamın Cenâb-ı Hak’tan geldiğine inanmaya başlamıştı. O inanç ve kışkırtmalar arasında bir gün Girit Serdarı Kaptan-ı Derya Vezir Yusuf Paşa’yı çağırıp, kış ortasında sefere çıkmasını ve Girit’in fethini tamamlamasını emretti. Yusuf Paşa kış ortasında donanmayı sefere çıkarmanın makul olmayacağını izah etmeye başlamıştı ki sözünü bitiremeden Sultan İbrahim Han, Girit Serdarı’nı cellâtlara teslim etti. Cellâtlar işini bitirir bitirmez Halife Sultan pişman oldu, (aynı zamanda 4 yaşındaki kızıyla nişanladığı) Yusuf Paşa’nın cansız bedenine kapandı; “Ne güzel kırmızı elma gibi yanakları varmış, yazık ki kıydım” diye ağladı. (Tarihin tozlu sahifelerinde bu malumatı okurken, Recep Bey’in de bazı kubbealtı vezirlerini tokatladığı iddialarını hatırlıyorum ister istemez.)
İbrahim Han iktidara ortak etmediği validesi Kösem Sultan’ın ve ocak ağalarının isyanı neticesinde tahttan indirildi. Lakin isyancıların zulmünden yaka silken İstanbul halkı İbrahim Han’ı yeniden tahta çıkarmak içün hareketlenince, tahttan indirildikten 10 gün sonra boğularak şehîd edildi. Öyle ki meşhur cellât Kara Ali Ağa Sultan İbrahim’e kement atmaya yanaşmamış, Sadrazam Koca Mehmed Paşa asâ ile sopalayınca cihan padişahını idam etmeye razı olmuştu.
***

Diyeceğim odur ki, Allah esirgesin benzetmek gibi olmasın, Recep Bey’in sadrazamlık ve başkanlık serencamını düşündüğümde aklıma ilk gelen Sultan İbrahim Han’ın serencamı oluyor. Tarihte Sultan İbrahim Han kadar saf, etrafı dalkavuk ve menfaatperestlerle çevrili, aldatılan halife sultan pek azdır. Samimiyeti ve temiz yürekliliğiyle temayüz etmiş Reisicumhur Recep Bey de etrafını saran dalkavuklar tarafından kandırılan ilk lider değildir. Bazı hususlarda kandırıldıysa insaf ile muamele etmek, saflığına temiz yürekliliğine vermek lazımdır. Hem beşer şaşar, düşmez kalkmaz bir Allah değil mi efendim!
Recep Bey’in neden bu kadar saf, fevri olduğu hususunda bir de çocukluğunda yaşadığı söylenen bir hadise geliyor aklıma. Psikiyatr Cemal Dindar Bey’in anlattığına göre, çocukken komşu Müşerref Hanım, minik Recep’i küfretmesi için kandırmış sonra da merhum babası Ahmet Efendi’ye gammazlamış. Ahmet Reis de minik Tayyip’i ceza niyetine tavana asmış, babasının gazabından dayısı kurtarmış. Babası öfkelendiğinde Tayyipçik hemen ayakkabılarını öpüp kendisini affettirirmiş. Acaba, bugünkü fevri hareketleri ve öfkesinin menşeinde çocukluğundaki bu korkutucu tecrübenin tesiri olabilir mi? Hani, psikiyatrlar ve psikanalistler bazı aşırı hallerde çocukluğu didik didik ediyorlar ya. Doğru ya da değil, aklıma geldi işte.
Bir merakım da, bunca aldatılan Tayyip Bey de milleti aldatıyor mu?
Neyse bu konuya girmeyelim.
Bugünlerde A330’a davet edilmeyi bekliyorum, aman kulağına gitmesin!

Reisicumhurumuzun ömrüne sıhhatine ve ikbaline duacıyım efendim.

18 Mart 2015 Çarşamba

ÇANAKKALE KAHRAMANLARI MI MEDİNE FUKARALARI MI?

             Bir buçuk ay önce bir vesileyle yolum resmi daireye düşene değin o posterin ne kadar popülerleştiğinin farkında değildim. Sadece kimi çevrelerin kendi aralarında ağlaşmak için internet ortamında paylaştıklarını sanıyordum. Meğer resmi ve ortak kamusal alanda ne kadar da popülermiş. Resmi dairelerde, okullarda, hastanelerde, partilerin ve sivil örgütlerin binalarında asılmadığı duvar yok gibi. Birçok resmi ve özel kurumların tanıtım afişlerine kadar girmiş.
Posterin yanında bir de iaşe cetveli. 43. Alay 1. Piyade Taburu 1. Bölük, 15 Haziran 1917 tarihli yemek listesi:
Sabah üzüm hoşafı.
Öğle yemeği yok.
Akşam yağlı buğday çorbası.
Ekmek tam.
Bir gazete tarafından posterleştirilen, Çanakkale Savaşı’nın ve Kurtuluş Savaşı’nın simgesi olarak benimsenen fotoğraftan; bir uçağın önünde yan yana ayakta duran, yırtık asker elbiseli, biri ayakkabısız, diğeri yırtık potinli iki gencin fotoğrafından söz ediyorum.
Fotoğraf ilk ortaya atıldığında, 1974 yılında Harbiye’nin birinci sınıfındayken okuduğum bir romanı anımsamıştım. Okula kitap sokmak özel izin gerektirdiğinden, ders veren hocaların yazdıkları ders kitapları bile uzun incelemeler sonunda kabul edildiğinden, hele o tarihte İlhan Selçuk imzalı bir kitabı okula sokmak mümkün olmadığından izin günlerinde okuduğum Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı. Posterin yanında sözü edilen, Musul’da görevli birliğe ait iaşe cetveli romanın birinci cildinde anlatılıyordu. Yanı sıra askerin perişan, aç ve çıplak olduğu. (s: 306)
***

Fotoğrafın verdiği mesaj bana yeni ve ilginç gelmediğinden, “Çanakkale Savaşı’nın ve Kurtuluş Savaşı’nın hangi şartlarda verildiği zaten bilinmiyor mu, koşan sürünen asker takım elbiseyle mi savaşır?” kayıtsızlığıyla fotoğrafa, kim tarafından ortaya çıkarıldığına ve etrafındaki tartışmalara hemen hemen hiç ilgi göstermedim. Ta ki, bir gazetede çıkan habere kadar.
Çanakkale Savaşı değil Çiğli 1930” başlıklı habere göre, fotoğrafı gören Bolulu bir vatandaş, fotoğraftakilerden birinin kendi babası olduğunu, ancak babasının Çanakkale Savaşı’ndan sadece dört yıl önce doğduğunu, fotoğrafın Çanakkale’de değil, babası Çiğli Havaalanı’nda işçi olarak çalışırken bir Alman pilot tarafından çekildiğini söylemiş. (Hürriyet, 30 Kasım 2007)
Haberi okuyunca, fotoğrafın, yabancısı olmadığımız, “masum fakat gerekli” yalanlardan biri olup olmadığı kuşkusu ve aptal yerine konmuşluk duygusu depreşti. (‘Masum fakat gerekli yalan’ için bakınız, “Vatan Sağolsun Asparagası” başlıklı yazı.)   
Haber ertesi gün, “Fotoğraftaki asker onun babası değil” başlığıyla çıkan haberle sürdü. Haberde, fotoğrafı ilk ortaya atanın ODTÜ’de öğretim görevlisi Bülent Yılmazer olduğu belirtiliyor. Habere göre Yılmazer, fotoğrafı sekiz yıl önce Birinci Dünya Savaşı pilotlarından Alman Emil Meinecke’nin oğlu Hans Meinecke’den satın aldığını, fotoğrafın arkasında Çanakkale’de savaş yıllarında çekildiğinin yazılı olduğunu anlatıyor. (Hürriyet, 1 Aralık 2007)
***

Bülent Yılmazer’in haberde kısaca aktarılan açıklaması tatmin edici gelmedi. İki gün sonra Tevfik Güngör, “Çanakkale Hava Savaşları” başlığı altında fotoğrafın öyküsünü anlattı.
Güngör’ün anlattığına göre, fotoğraf, Bülent Yılmazer’in “Çanakkale Hava Savaşları” adıyla yazdığı kitapta yer alıyor. Kitap, Milsoft Yazılım Teknolojileri Şirketi tarafından iki yıl önce bastırıldı, ama satışa sunulmadı, yeni yıl armağanı olarak dağıtıldı. Kitabın en önemli yanı, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'deki Alman Tayyare Bölüğü'nde görev yapan Alman Pilot Emil Meinecke'nin hatıratından ve Çanakkale albümünden yararlanmış olması. Türk askerinin ne şartlarda savaştığını gösteren fotoğraf bu albümde yer alıyor. Albümde Emil Meinecke'nin el yazısı ile ve Almanca olarak "Türkiye'nin gururu/Türk askerleri" notu vardır. Fotoğrafın arkasına da Almanca  “Türk askerleri/Dardanel 1918” kaydı düşülmüştür. (Dünya, 3 Aralık 2007)
Bir hafta sonra da Hasan Pulur, “Bir fotoğrafın hikâyesi” başlığı altında, Tevfik Güngör’ün yazısını özetleyerek, “Eğer, bu bilgiler olmasaydı, fotoğraftaki iki ‘Mehmetçik’in Çanakkale'de savaşmadığı, Çiğli inşaatında harç taşıdığı sanılacaktı” diye yazdı. (Milliyet, 8 Aralık 2007)
***

Tevfik Güngör ve Hasan Pulur’un yazdıkları, fotoğrafla ilgili “masum fakat gerekli yalan” kuşkusunu dağıtacağına daha da artırdı. 3 Kasım 1914’te İngiliz-Fransız donanmasının Çanakkalenin dış tabyalarını bombalamasıyla başlayan Çanakkale Savaşı 9 Ocak 1916’da İngiliz, Fransız ve ANZAK birliklerinin çekilmesiyle bittiğine göre, arkasında “Türk askerleri/Dardanel 1918” yazılı fotoğraf Çanakkale Savaşı sırasında çekilmiş olabilir miydi? Çanakkale’deki askerler gerçekten Musul, Filistin, Kafkasya ve öteki uzak cephelerdeki askerler gibi aç ve çıplak mıydılar?
Fotoğraf Bülent Yılmazer’in “Çanakkale Hava Savaşları” adlı kitabıyla gün yüzüne çıktığına göre sorunun yanıtı bu kitapta olabilirdi. Ancak kitap satışa sunulmamış. Yılmazer’in ders verdiği ODTÜ kütüphanesinde yok. Yılmazer’le iletişim kurulamazsa, bir umut Milli Kütüphane’de olabilir. Milli Kütüphane’nin katalogunda da görünmüyor. Meğer depoda var, ancak henüz kataloga girmemiş. Tanıdıklar aracılığıyla ulaşmak mümkün oldu.
Gerçekten gösterişli bir kitap. Kitabın kapağında havacıların metalik kartal simgesi var. Son derece kaliteli bir kâğıda basılı. A-4 boyutundaki sayfalar özenle dizilmiş, kontrast sayfa düzeni tekniği uygulanmış. Yani söylendiği gibi bir prestij yayını. Milsoft Yönetim Kurulu Başkanı Yalçın Çevikel ve Bülent Yılmazer’in önsöz yazılarıyla 2005 yılında basılan kitabın yayıncısı olarak, “Mönch Türkiye Yayıncılık” görünüyor.
Kitabı baştan sona okudum, inceledim. Türk havacılık tarihi ve Çanakkale’deki hava savaşlarıyla ilgili hayli ilginç bilgiler veriyor. Kitapta anlatıldığına göre, Alman pilot Meinecke 1915 yılının son haftasında, yani savaşın bitimine iki hafta kala Çanakkale’ye gelmiş. Ünlü fotoğraf, kitabın 169’uncu sayfasında yer alıyor. Final fotoğrafı olarak kitaba girmiş. Sanki kitap bu fotoğrafın gün yüzüne çıkması için yazılmış. Fotoğrafın altında aynen şu ifadeler yazılı:
Yıl: 1915
Yer: 1’inci Tayyare Bölüğü havaalanı, Çanakkale
Adları mı? Mehmet, Mehmetçik...
Tek varlıkları canları!
Bize ne mi anlatıyorlar?
Dikkatli bakın ve kulaklarınızı açın; bas bas bağırıyorlar:
Varlığımız Türk varlığına armağan olsun.
Ruhları şad olsun
Kitap, Bülent Yılmazer’in teşekkür yazısıyla son buluyor. Teşekkür yazısında, kitaptaki 190 fotoğrafın referansıyla ilgili bir açıklama da var. Yılmazer, fotoğrafların kaynaklarını tek tek belirtmek yerine genel bir ifade kullanmış:
“Kitapta yer alan fotoğrafların ve büyük bir çoğunluğu burada ilk defa yayınlanan fotoğraflar, Çanakkale hava savaşlarının as pilotlarından Teğmen Emile Meinecke’nin oğlu Hans Meneke’den temin edilmiştir. Bu fotoğrafların da büyük bir bölümünü, çektiği fotoğraflarla o günleri kayıt altına alan Çanakkale’deki hava birliklerinin fotoğrafçısı Onbaşı Herman Scheuffler’e borçluyuz. (...) Kitapta yer alan diğer fotoğraf ve belgeler Türk Hava Kuvvetleri tarihi üzerine uzun yıllardır sürdürdüğüm araştırmalarım sırasında çeşitli kaynaklardan temin edilmiştir.”
Öyle bir referans kaydı ki, hangi fotoğraf daha önce yayımlanmış başka eserlerden alınmış, hangisi Emile Meinecke’nin oğlu Hans’tan temin edilmiş, okuyucunun bütün Çanakkale külliyatını elden geçirmesi gerekiyor. Tabii Alman pilot Meinecke’nin 1915 yılının son haftasında, yani savaşın bitimine iki hafta kala Çanakkale’ye geldiğini unutmadan!
Kitap, ünlü fotoğrafın Çanakkale’de savaşan askerlere ait olup olmadığı konusunda aslında hiçbir ipucu vermiyor. Yine de kitabın genel havasından bir kanaate varmak mümkün.
***

Yeterli saymayıp, Çanakkale’yi savunan 5’inci Ordu Komutanı Liman Von Sanders, Gelibolu Yarımadası’nı savunan 3’üncü Kolordu Komutanı Esat Paşa ve Kurmay Başkanı Fahrettin Altay, 19’uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal ve Kurmay Başkanı İzzettin Çalışlar’ın anılarının derlendiği Esat Paşa– Çanakkale Savaşı Hatıraları adlı kitabı okudum.
Yanı sıra, Erol Mütercimler’in yazdığı, yaklaşık 700 sayfalık Gelibolu 1915 adlı kitabı okudum. Mütercimler’i okurken, sürpriz bir şekilde, kendi ifadesiyle “masum bir yanlış” ile karşılaştım. Çanakkale Savaşı’nın rant alanı haline getirildiğinden, bazı yanlışlıkların ısrarla yinelendiğinden yakınan Mütercimler kendisinin de yirmi yıl önce “masum bir yanlış” yaptığını, kendisi kaynak gösterilerek bu yanlışın yirmi yıldır tekrarlandığını, şimdi bu kitapla yanlışını düzeltmek istediğini belirtiyor.
Mütercimler, denizdeki savaşın kaderini tayin eden Nusrat mayın gemisinin komutanı Yüzbaşı Hakkı’nın hangi tarihte, nerede ve nasıl öldüğünü 1984 yılında bilerek tahrif etmiş. Yüzbaşı Hakkı’nın 7/8 Mart 1915 gecesi boğazı mayınlarken kalp krizi geçirip, gemide öldüğünü yazmış. Amacı, Yüzbaşı Hakkı’yı mitoloji kahramanları mertebesine yükseltmek. “Çünkü, yer Truva’ydı ve gemide ölmesi mitolojiye uygundu! Oysa doğrusu, Eylül 1915’te Kasımpaşa Askeri Hastanesi’nde öldüğüdür.” (s: 16)
Çok sayıda başka kitaba da göz attım; gazetelerde çıkan haberlere ve internet ortamında yapılmış tartışmalara baktım.
Hayli ilginç tartışmalar yapılmış. Hatta Kanaltürk’te Hulki Cevizoğlu’nun “Ceviz Kabuğu” programında da tartışılmış.
Fotoğraftaki kişileri Çanakkale’de savaşan askerler diye kabul edenler de var, asker değil hurdacı diyenler de.
Benim nasıl bir sonuca vardığım gelecek yazıya.
Gelecek yazıya kadar okur ne düşünür acaba?
Fotoğraf gerçekten Çanakkale Savaşı sırasında mı çekildi?
Çanakkale’de savaşan asker Musul ve Filistin’dekiler gibi gerçekten aç ve çıplak mıydı?
Fotoğraftakiler Çanakkale kahramanları mı yoksa Medine fukarası hurdacılar mı?
Rahmi Yıldırım
17 Ocak 2008




ÇANAKKALE KAHRAMANLARI MI MEDİNE FUKARALARI MI?(2)
Çanakkale Savaşı’nın simgesi olarak benimsenen, kimi çevreleri hıçkırıklara boğan fotoğraftakilerin gerçekten Çanakkale kahramanları mı yoksa Medine fukaraları mı olduklarından söz ediyorduk.
Fotoğraf ODTÜ’de öğretim görevlisi, havacılık tarihi uzmanı Bülent Yılmazer’in yazdığı “Çanakkale Hava Savaşları” adlı kitapla 2005 yılında gün yüzüne çıktı.
Kitapta fotoğrafın 1915 yılında Çanakkale’de çekildiği öne sürülse de, bildiğimiz Çanakkale Savaşı sırasında çekilmediği kesindir.
Zira Çanakkale Savaşı 3 Kasım 1914’te İngiliz-Fransız donanmasının Çanakkalenin dış tabyalarını bombalamasıyla başladı; 9 Ocak 1916’da İngiliz, Fransız ve ANZAK birliklerinin çekilmesiyle bitti.
Çanakkale Savaşı müttefik orduların çekilmesiyle bitse de pilotlar arasında sürdü. Ancak o tarihte askeri havacılık henüz emekleme devresinde olduğundan, Yılmazer’in de belirttiği gibi hava savaşları iki ordunun savaşı değil, pilotların kişisel savaşları olarak verildi.
Özetle, bildiğimiz, ağlaştığımız Çanakkale Savaşı 9 Ocak 1916’da bitti. Oysa kitapta 1915 yılında çekildiği belirtilen fotoğrafın arkasında 1918 tarihi kayıtlıdır. Bu durumda fotoğraftakilerin Çanakkale’de savaşan kahramanlar olduğu savı izaha muhtaçtır.
* * *

Bilim etiği merceğinde fotoğraf
Bu noktada, elde edildikten sekiz yıl sonra fotoğrafın ortaya atılışı ve fotoğrafa “Çanakkale kahramanları” mesajının yüklenmesi bilim etiği açısından sorunlu gözükmektedir.
Bilimin ana uğraşı, gerçeği aramak ve bulmak, bilinmeyeni bilinir, görünmeyeni görünür kılmaktır. Bilim etiğinin en önemli ilkesi ‘gerçeğe uygunluk’tur. Yani verilerin bilimsel yöntemlerle elde edilmesi, verilerin yorumlanırken saptırılmaması, elde edilmemiş bir sonucun araştırma sonucu gibi gösterilmemesi ilkesi.
Bilim etiği, araştırma yapılırken yararlanılan malzemenin kaynağının açıkça belirtilmesini, veriler değerlendirilirken kişisel değer yargılarının ön plana çıkarılmamasını da gerektirir.
Tarih yazımı söz konusu olduğunda, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” sözleri, ahlaki ilkelerin en özlü ifadesidir.
Bilim etiğinin ana ilkesi gerçeğe sadakat olduğuna göre, 1918 yılında çekilen fotoğrafın, kaynağı sarih bir şekilde belirtilmeden, savaş yılına, yani 1915’e yamanmasının bilim etiğiyle bağdaştığı söylenemez.  
Etik ilkelere özensizlik, Çanakkale’de görev yapmış Alman pilotun oğlundan parayla satın alınan fotoğrafın sekiz yıl bekletilip farklı bir tarihe taşınmasından ibaret değildir. Bir gazetenin “TSK karşıtı yapılanma var” başlıklı haberine göre, Hulki Cevizoğlu’nun programında fotoğrafta dijital teknolojiyle düzeltme yapıldığı kabul edilmiştir. (Yeniçağ, 7 Ekim 2006)
Aynı programda fotoğrafın çekim tarihiyle ilgili tartışmadan çıkan sonuç ise gülümseticidir. Bir gazetenin “Pilot değil hurdacı” başlıklı haberine göre, “Emekli Polisler Derneği'nin yayını olan Türkiye Polis Dergisi'nde yer alan bir yazıda bu fotoğrafla insanların kandırıldığı ve haksız kazanç elde edildiği ileri sürüldü. Bu iddialar bir televizyon programına da konu oldu. Derginin editörü Suat Demirci ile Bülent Yılmazer'in katıldığı programda, Yılmazer fotoğrafın arkasında yer alan ‘Çanakkale 1918’ yazısının ortaya çıkmasıyla şaşırdı. Yılmazer fotoğraftaki kişilerin üzerindeki üniformalarla ilgili tartışmada da bunların asker olmayabileceğini kabul etti.” (Sabah, 8 Ekim 2006)
* * *


Yoksul fotoğrafa zengin tutarsızlık
Fotoğrafın farklı bir tarihe taşınmasına, üzerinde düzeltme yapılmasına ve “Çanakkale kahramanları” mesajı yüklenmesine tutarsızlık ve çelişkiler de eşlik etmektedir.
Çanakkale Hava Savaşları” kitabında kara ve deniz savaşlarına ilişkin bazı bilgilerdeki yanlışlıklar kitap yazımında kaçınılmaz olan maddi yanlışlık kapsamında mazur görülebilir. Ancak, müttefik armadanın ağır yenilgiye uğradığı 18 Mart deniz savaşının kaderini belirleyen Nusrat mayın gemisiyle ilgili yanlışlık, uzman bir araştırmacı için bağışlanabilir gibi değildir.
Yılmazer’e göre müttefik armadanın üç zırhlısını denize gömen mayınlar “Nusrat’ın kaptanı Binbaşı Nazmi (Akpınar) Bey” tarafından döşenmiştir.(s: 53)
Oysa tarihe geçen, Çanakkale Savaşı’nın mimarı Churchill’in anılarında bile sözü edilen geminin kaptanı Yüzbaşı Tophaneli Hakkı’dır; Nazmi Bey ise Çanakkale Boğazı Mayın Grup Komutanı olup o tarihte yüzbaşı rütbesindedir.
Kara savaşlarına ilişkin anlatımlarda da, önemli sayılmayacak maddi yanlışlıklar vardır.
Deniz savaşına ilişkin bilgiler ayrıca tutarsızlık yüklüdür. “Deniz harekâtında kaderin herhangi bir etkisi oldu ise bunlar aslında birbirleriyle ilişkisi olmayan iki ayrı olaydır.” ifadesiyle bilim alanından hurafe alanına geçen yazara göre, olaylardan ilki İngiliz donanmasındaki komuta değişikliğidir. “İngiliz Korgeneral Carden deniz harekâtını 17 Mart’ta başlatmayı planladı. Ancak sinirlerinin yıpranması ve sağlık durumunun kötüleşmesi nedeniyle doktorunun tavsiyesiyle 15 Mart tarihinde görevi birden bıraktı. Yerine yardımcısı Koramiral de Robeck getirildi. Komuta kademesindeki bu ani değişiklik, harekâtın başlamasını 18 Mart’a erteledi.” (s: 57)
Kitabın başka bir yerinde ise Korgeneral Carden’in görevden azledildiği belirtiliyor. (s: 51)
Yine Yılmazer’e göre “Deniz harekâtının sonucunu etkileyen daha önemli bir olay ise Yüzbaşı Erich Serno’nun o sabah yaptığı keşif uçuşudur.”
Serno, Bozcaada önlerinde müttefik armadanın harekete geçtiğini Alman Amiral Usedom’a bildirir. Tabyalara alarm verilir, “çok sıcak bir karşılama” yapılır. Sonuçta, “Türkün dövüşken ruhu bir kez daha destan yazmıştı: ‘Çanakkale geçilmez’” (s: 59)
Yani, Alman pilot keşif uçuşu yapıp harekâtı haber vermese, belki de Türk’ün dövüşken ruhu destan yazamayacak, Çanakkale geçilecekti!
Oysa başka kaynaklara göre, boğaz geçiş harekâtı zaten istihbar edilmiş, istihbaratın teyidi için Çanakkale Müstahkem Mevki Komutan Yardımcısı Yarbay Selahattin Adil acilen keşif uçuşu yapılmasını istemiş, keşfe giden Pilot Yüzbaşı Erich Serno döner dönmez Yarbay Adil’e raporunu vermiştir. (Erol Mütercimler, Gelibolu 1915, s: 161)
* * *

Perişan ama akıllı Osmanlı!
Kitap, Çanakkale Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki hava savaşlarını anlatmaktadır. Ancak, deniz savaşının en kritik anına ve en önemli aktörlerine ilişkin bilgilerdeki maddi yanlışlığın, tutarsızlığın ve abartılı çıkarsamanın, hava savaşlarına ilişkin bilgilerin güvenilirliği konusunda da tereddüt yaratması kaçınılmazdır.
Yılmazer’in anlattığına göre, havacılık tarihi Osmanlı’ya çok şey borçludur. Osmanlı ordusu havacılıkta pek çok ilke imza attı.
Tarihte hava gücünün etkisini ilk olarak yaşayan ve onu kullanan Osmanlı Ordusuydu. İngiliz askeri liderleri uçakların önemi konusunda halen gaflet içindeydiler. (s: 21)
 Elindeki kıt kaynaklara ve zayıf lojistik desteğe rağmen Osmanlı Ordusu uçakların askeri alandaki tüm potansiyelini kullanmak konusunda batıdaki çağdaşlarından çok daha ilerideydi.” (s: 35)
 Avrupa’da halkın havacılığa desteği Osmanlıdakine kıyasla oldukça yavaş gelişmekteydi.” (s: 31)
Osmanlı tabipler uçuş sırasında kişinin maruz kalabileceği fiziksel ve psikolojik etkileri öngörebiliyorlardı. Düzenledikleri sağlık raporu pilot adayının göz ve kalp sağlığının yanında psikolojik durumunu da detaylı olarak incelemekteydi. İngiliz tıp camiası ise henüz pilotların özel ihtiyaçlarının ve onlara gösterilmesi gereken önemin farkında değildi.” (s: 31)
Osmanlı Ordusu tarihte ilk defa düşman uçağını eline geçiren taraf oldu”. (s: 31)
(Kitapta anlatıldığına göre ele geçirme olayı 1911-1912 yıllarında Kuzey Afrika’da Osmanlı-İtalya Savaşı’nda gerçekleşiyor. Bu savaşta Osmanlı’nın hava gücü yok ama havacılık tarihinde bir ilke imza atmayı başarıyor. Bir İtalyan uçağı Osmanlı hatları içine mecburi iniş yapıyor. Böylece Osmanlı ordusu, tarihte ilk defa düşman uçağını eline geçiren taraf oluyor. Türk medyası da kendisine sızdırılan gizli belgeleri hep “ele geçiriyor” ya!)
 “Fransa ve İngiltere’de uçakların gözetleme için uygun bir vasıta olup olmadığı tartışılırken, Osmanlı Tayyare Komisyonu daha 1912 yılında uçakları taarruz amacıyla kullanmayı düşünüyor, bomba atma kabiliyetine sahip uçaklar arıyordu. Almanya’da Harlan fabrikasında uçak alımı için kontrat yapılırken Süreyya Bey, uçakların havadan yeterli bir hassasiyetle yerdeki hedeflere bomba atabileceğinin İstanbul’da yapılacak bomba atış uçuş testleriyle doğrulanması şartını kontrata eklettirdi. Bu dünya havacılık tarihinde bir uçak alım kontratındaki bu türden ilk şartname örneğiydi.” (s: 31–33)
“Balkan savaşları havacılık tarihinde çatışan tarafların karşılıklı olarak hava gücü kullandığı ilk savaş oldu. Dolayısıyla dünya askeri havacılık tarihinde birçok ilklere sahne oldu.” (s: 33)
“Cephe üzerinde ve derinliklerinde görev yapan Osmanlı Ordusu pilotları dost birlikler de dahil olmak üzere yerdeki birliklerin ateşine maruz kalmaktaydı. Hava gücü kullanan taraflardan hiçbiri henüz uçakların üzerinde milliyet tanımlama işareti taşımadıklarından kendilerini savunmak için ateş eden yerdeki birlikleri çok fazla suçlayamayız. Pilotların dost birliklerin ateşinden şikâyetçi olmaları üzerine 6 Mart 1913 tarihinde yayınlanan bir emirle Osmanlı Ordusunda uçan uçakların kanat altlarına portakal rengi ay-yıldız boyanması bildirildi. Bu, uçaklara milliyet tanıtım işareti uygulanması konusunda ilk girişimdi.” (s: 35)
“Osmanlı Ordusu 1912–1913 Balkan Savaşlarında taarruz amacıyla uçak almış ve cephede kullanmış olmasına rağmen İngilizler uçağı sadece keşif amaçlı kullanmayı düşünüyorlardı. Bu nedenle havacılıkla ilgili beklentileri çok eksikti.” (s: 43)
Bu, dünya askeri tarihinde uçakların havadan yaptıkları keşif görevine karşı ilk defa elektronik savaş uygulamasının Türkler tarafından gerçekleştirildiğini göstermektedir.” (s:49)
Özetle, askeri havacılığın gelişimi konusunda İngilizler ve Fransızlar Osmanlı’nın gerisinde nal topladılar. Pek çok ilke imza atan Osmanlı sadece ve sadece uçağı ilk keşfeden olamadı! Bir de uçağı herkesten önce keşfetse...
Osmanlı ordusunu ıslah etmek üzere gelen Alman askeri heyeti başkanı (sonradan Çanakkale cephesi komutanı) Liman Von Sanders, anılarında, ordudaki perişanlığı anlatıyor:
Subaylar erlerine özen göstermeye, durumlarını denetlemeye alışkın değillerdi. Birçok birlikte erlerin üstü başı bit, pire gibi haşaratla doluydu. (...) Koğuşların havalandırılması gerektiği bilinmiyordu.” (Türkiye’de Beş Yıl, Cumhuriyet gazetesi armağanı, Aralık 1999, s: 21) 
Alman generalin anlatımları abartı olmasa gerek. Dünya Savaşı öncesinde ordu gerçekten perişandır, subaylar askerlik yapmak ve erleriyle ilgilenmek yerine siyasetle ilgilenmektedirler. Bu perişanlık içinde imparatorluğun daha dün bağımsız olmuş eski eyaletlerine karşı Balkan Savaşları yitirildi. İşte, inanılır gibi olmasa da koğuşların havalandırılması gerektiğinin bile bilinmediği perişanlık içindeki ordu askeri havacılık kulvarında uçağı keşfeden devletlere nal toplatmaktadır.
Kitapta anlatıldığına göre askeri havacılık konusunda Almanlar da Osmanlı kadar yaratıcıydı, belki de daha başarılıydı.
Pilot Üsteğmen Emil Meinecke, Alman İmparatoru Wilhelm II’nin doğum günü dolayısıyla Hamidiye Tabyası’nda gerçekleştirilen tören üzerinde şeref turu atmak için 27 Ocak 1917 günü havalandı. Ancak birdenbire etrafı üç İngiliz uçağı tarafından çevrildi. Derken, üç İngiliz uçağı daha yetişerek Meinecke’ye saldırdılar. Altı düşman uçağıyla tek başına savaşan Meinecke, bir İngiliz uçağını düşürdü. Motorlarına isabet alan diğer iki İngiliz uçağı hemen Gökçeada’ya doğru kaçmaya başladılar. Bunun üzerine diğer düşman pilotlar da akıllıca bir karar alarak mücadeleyi bırakıp uzaklaştılar. Aslında çok şanslıydılar. Meinecke’nin uçağının makineli tüfeği tutukluk yapmıştı. Arızayı havada gideremeyen Meinecke düşman uçaklarını takip etmedi. (s: 119)
Meinecke galiba, göklerin Kara Murat’ıdır ya da Malkoçoğlu benzeri bir kahramandır!
 Çanakkale Hava Savaşları” adlı kitap, buna benzer anlatımlarla yüklü. Başta da söylediğimiz gibi, deniz savaşının en kritik anına ve en önemli aktörlerine ilişkin bilgideki maddi yanlışlığın, tutarsızlığın ve abartılı çıkarsamanın, hava savaşlarına ilişkin bilgilerin güvenilirliği konusunda tereddüt yaratması kaçınılmazdır.
İngilizlerin ve Fransızların askeri havacılığı Osmanlı’dan çok sonra akıl ettiklerini, Osmanlı tecrübesinden yararlanmadıklarını savunan yazar, kitabının önsözünde “Müttefik Orduları, donanmayla aşmayı planladıkları Çanakkale Boğazı’ndaki harekâtta uçakların sağlayacağı desteğin kendilerini zafere taşıyacağına emindiler.” diyerek kendi iddiasıyla çelişkiye düşüyor. Müttefik ordunun uçaktan sadece keşif ve gözetleme amacıyla yararlanma peşinde olduğunu savlayan yazar daha sonra İngiliz uçaklarının bombardımanından söz ediyor.(s: 79)  Son sözde ise, “İngiliz politikacıları ve askeri liderleri Çanakkale’de zafer için büyük peylerini yeni hava silahına, yani uçaklara yatırmışlardı.” diyerek kendi iddiasıyla büsbütün çelişiyor.
Yazar, son sözde, Çanakkale hava savaşları konusunda müttefik merkezli araştırmacıların yenilgiye mazeret bulmak için “taraflı ve bilimsel olmaktan çok uzak saptama” yaptıklarını belirtiyor. Kendi araştırmasını dost/düşman ayrımı üzerine kurmasının bilim etiğiyle ne denli bağdaştığı ve taraflı olup olup olmadığı bir yana, yukarıda özetlenen maddi yanlışlıklar ve tutarsızlıklar, yaratıcı aklı Osmanlı’ya, beceriyi Alman pilotlara bahşeden anlatımların başka havacılık uzmanlarının doğrulamasına muhtaç olduğunu göstermektedir.  
* * *

Çanakkale kahramanları Medine fukarası değildi
Yinelemek gerekirse, ünlü fotoğraf, yazarın kaleminden Kara Murat, Malkoçoğlu filmlerini çağrıştıran Alman pilot Emil Meinecke’nin albümünden alınmış. Sekiz yıl elde tutulduktan sonra, 1918 yılından 1915 yılına taşınmış, dijital teknolojiyle üzerinde düzeltme yapılmış ve “Çanakkale kahramanları” mesajı yüklenmiş.
Tahrif edilen fotoğraf, ne yazık ki alışılmış “masum fakat gerekli yalan” pratiğine malzeme oldu. Fotoğrafın resmi kurumlar ve medya tarafından kamu bilincine yapıştırılmasıyla “değişmeyen hakikatın, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet” kazanmasına hizmet etti, tetiklenen psişik süreçler hıçkırıklar üretti. Bu noktada, tahrifatın bilinçli ve kasıtlı, masum ya da ardniyetli olup olmaması önem taşımıyor.
Tahrif edilen fotoğrafın verdiği mesajın tersine, Çanakkale Savaşı’nda “değişmeyen hakikat”, Çanakkale’de askerin çok iyi beslendiği ve giydirildiğidir.
Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında uzak cephelerde yiyecek ve giyecek bakımından ordu perişandır, asker aç, çıplak, yorgun ve hastadır.
Hatta savaştan önce de ordu perişan, asker aç ve çıplaktır. Liman Von Sanders, 1914 yılında Çorlu’da konuşlanan 8’inci Tümen’de yaptığı denetlemeyi anlatıyor:
Tümenin durumu yürekler acısıydı. Subaylar 6-8 aydan beri maaş alamamışlardı ve aileleriyle birlikte erlerin karavanasından karınlarını doyurmak zorunda kalıyorlardı. Erler aylardan hatta yıllardan beri maaş yüzü görmemişlerdi. Çok kötü besleniyorlardı ve üstlerinde yırtık giysiler vardı. Çorlu istasyonuna beni karşılamak için çıkarılan bölüğün bir kısım erlerinin papuçları yırtıktı, bir kısmı da çıplak ayakla göreve çıkmıştı. Tümen kumandanı erlerin zayıf ve güçsüz olduğundan, çıplak ayakla yürümenin zorluğundan, arazide tatbikata çıkamadıklarından yakındı.” (age, s: 20)
Von Sanders bu perişanlık içinde uyuşukluğun, ihmalciliğin, neme lazımcılığın alıp yürüdüğünden, kumandanların işi yokuşa sürmek için parasızlık mazeretine sığınmalarından yakınıyor; “Gerçekte bulunmayan para değil, düzen, temizlik ve çalışma isteğiydi” diyor.
Perişan ordu, Von Sanders’in Enver Paşa’yı etkilemesi sonucu toparlanmaya başladı. Özellikle Çanakkale cephesi süratle elden geçirildi, savaşacak güce ulaştırıldı.
Çanakkale Kuzey Grubu Komutanı Esat Paşa’nın anılarına göre, büyük savaşın ilk yılında Çanakkale’nin başkent İstanbul’a yakınlığı, bu cephenin hayati önemini bilen Harbiye Nezareti’nin ciddi gayretleri, cephane bakımından olmasa bile giyecek, bilhassa yiyecek bakımından askerin mükemmel vaziyette olmasını sağladı. Normal bir tabldot “kadınbudu köfte, omlet, domates dolması, pilav, ayva kompostosu, kahve” şeklindeydi. Ordunun film teşkilatı vardı ve sinema hizmeti bile veriliyordu. (Aktaran İhsan Ilgar, Esat Paşa Çanakkale Savaşı Hatıraları, İstanbul 2004, s: 11)
Esat Paşa muhtemelen generallere özgü tabldot listesini vermiştir. Öyle olsa bile başka komutan ve küçük rütbeli asker anılarında ve günlüklerinde de Çanakkale cephesinde giyecek sıkıntısı çekilmediği, ordunun çok iyi beslendiği, çay, kahve, tütün ve nargilenin bile eksik olmadığı anlaşılmaktadır. Hatta Çanakkale Savaşı’nda sonucu belirleyen muharebeleri kazanan Yarbay Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19’uncu Tümen mevzilerinde bandonun çaldığı müzik eşliğinde yemek yenmekte, bando çalmaya başladığında İngilizler de yaylım ateş açmaktadırlar. (Aktaran Erol Mütercimler, Gelibolu 1915, s: 35-54 )
Ve elbette savaş koşullarında arazide giyim kuşamın barış dönemindeki gibi düzgün kalması olanaksızdır. Asker sadece düşmanla değil tabiatla da savaşır. Çanakkale’de siperleri zaman zaman sel basar, mevziler çamur deryasına dönüşür, savaş koşullarında lojistik destek aksar. Aynı zorluk İngiliz, Fransız ve ANZAK birlikleri için de söz konusudur. Kasım ayında kar yağarken müttefik ordu askerleri siperlerinde yazlık giysileriyle titreşirler.
Vurgulanmalı ki, Çanakkale’de Osmanlı ordusunun askerleri destansı bir fedakârlıkla savaştılar. İngiliz, Fransız ve Avustralyalı askerler için de kendi ülkelerinde aynı değerlendirme yapılıyordur mutlaka.
Osmanlı ordusunda her milliyetten ve dinden askerler vardı. Müslüman askerler itiraz etmeden ölüme giderken, inandıkları Tanrı’nın huzuruna tertemiz çıkmak için iç çamaşırlarını değiştiriyorlar, tevekkül içinde şehit oluyorlardı. Şahadete ermeleri için iyi beslenip giydirilmelerine, ‘dövüşken ruh’ taşımalarına, Kutsal Cihat ilanına gerek yoktu. “Onlar Kutsal Cihat ilan edilmeden de saygı duydukları padişahları uğruna savaşa gidiyorlar ve canlarını feda ediyorlardı.” (Liman Von Sanders, age, s: 51)  
Öteki cephelerde de iyi beslensinler beslenmesinler aynı tevekkül içinde şehit oldular. Ne ki, “Türkün dövüşken ruhu” sadece Çanakkale’de destan yazabildi.
Çanakkale Savaşı’na yamanan fotoğraftakilerin kışla çöplüklerinde atık toplayan hurdacılar olup olmadıkları çokça önem taşımıyor. Savaşın son yıllarında uzak cephelerdeki durumun fotoğraftakinden farksız olduğu zaten bilinmektedir. Ama yırtık asker elbiseli, Medine fukarası kılıklı gençlerin fotoğrafı Çanakkale kahramanlarının fotoğrafı olamaz. Fotoğrafa yüklenen bu yöndeki mesaj, asker anılarıyla doğrulanmıyor. Zaten Çanakkale Savaşı’na ilişkin bilinen fotoğraflarda subaylar ve askerler temiz giyimlidirler. Kendileri temiz giyimli subayların anası, babası, ağabeyi, kardeşi oldukları, ölüme gönderecekleri erleri Medine fukarası kılığında dolaştırmayacaklarını, asker evladı Bülent Yılmazer de mutlaka biliyordur. Biliyor olsa da bilim etiğine ters düşme pahasına, Medine fukarası kılıklı gençlerin fotoğrafına Çanakkale kahramanları “Mehmet, Mehmetçik” mesajını yüklemekten kendisini alamamış.
* * *

Vatan mevzubahisse ne zararı var?
Peki, fotoğraf Çanakkale gerçeğinin fotoğrafı olmasa da, Çanakkale’ye yakıştırılmasının ne zararı var?
Aynı şekilde, Türk tarihinin en büyük denizaltı faciasında Dumlupınar denizaltısıyla hiç irtibat kurulamadığı halde, resmi açıklamada “masum fakat gerekli yalan” uydurularak, denizin dibinde can veren denizcilere son nefeslerinde “Vatan Sağolsun” dedirtmenin ne zararı?
Yoksa, kimi okurların sorduğu gibi bu yakıştırmalardan rahatsız mıyız?
Yakıştırmadan rahatsızlık iddiası tartışmayı basitleştirmektir.
Yakıştırmanın, tahrifatın çok zararı var.
Masum fakat gerekli yalan” gerçeğe yamandığında durmadan kendisini yeniden üretir, masumiyet yüklü başka yanlışlıklarla beslenir ve gerçeğin yerini almaya başlar. Zihinler savaşan askerlere evliyaları yardıma koşturan mistifikasyonlarla bulanır, ekonomi politiği hiç sorgulanmayan savaşlar için hıçkıra hıçkıra ağlanır. İnsanlar başa geçen çuvalın intikamının filmde alınmasına sevinecek hale gelip, Kurtlar Vadisi’nde mankurtlaşırlar.
Sonuçta ‘değişmeyen hakikatKara Murat filmlerindeki ‘hakikat’e dönüşür. Film oldukları için gülünüp geçilecek Malkoçoğlu, Battalgazi filmleri ne kadar sanatsal değer taşıyorsa, masum ya da ardniyetli tahrifatlarla yazılan tarih de o kadar tarih olur. Dünya nimetleri herkese yetecekken sınıflı toplumun yem ve nefes borusu olarak çıkarılan savaşların sınıfsal fotoğrafı görülmez; ekonomi politiği akıllara bile getirilmez; savaşlarda niçin hep yoksulların, emekçilerin şehit olduğu, şehit yakınlarının savaştan sonra da niçin yoksul kaldıkları hiç bilince çıkmaz, en fazla teferruat sayılır. Hakikat ise teferruatta gizlidir ve teferruat sayıldıkça vatan mevzubahis olmaktan hiç kurtulamaz.
Bizzat savaşan komutanların ve askerlerin de anlattıkları üzere Çanakkale kahramanları ünlü fotoğraftaki gibi perişan değillerdi. Ama savaştan önce gerçekten öyleydiler, geride bıraktıkları yakınları barışta da öyle kaldılar. Zira bir savaş gazisine atfedilen deyişle “Memleket savaşta fakirlerin, barışta zenginlerindir.”
Ya da Anatole France’ın deyişiyle “Vatan uğruna ölündüğü sanılır oysa sanayiciler uğruna ölünür.”
Hıristiyan askerler vatan uğruna sanırken sanayiciler uğruna martyr oldular; bizimkiler, Medine fukarası kılığında olsun olmasın, emperyalistler arası hesaplaşmanın Almanya safında padişah uğruna şehit oldular.
Tarih boyunca üç buçuk milyardan fazla insanın şehit, martyr, kedoşim olduğu savaşlar bitmedi, sınıflar var oldukça da bitmeyecek.
Bugün yine savaş var. Emekçiler şehit, martyr, kedoşim oluyorlar.
Gabar Dağı'nda can veren şehitlerden Mehmet Coşkun, yoksulluk içinde bir yaşam sürdü. Okula başlamadan önce fabrikaya giden Coşkun 6 yaşında işçi, 13'ünde evin reisi, 20'sinde şehit oldu.” (Milliyet, 11 Ekim 2007)
Şehit Onbaşı Kasım Aksoy, asker ocağına katılmadan önce Antalya'da inşaatlarda amelelik yaparak ekmek parasını kazanıyordu. 'Yol parası çok tutar' diye, Şanlıurfa'daki ailesinin yanına 4-5 ayda bir gelebiliyordu.” (Milliyet, 12 Ekim 2007) Türkiye, şehit onbaşının kızları Güneş (3) ve Zeliha’yı (2) babalarının cenaze töreninde, ayakkabısız ayaklarında yırtık çorapları ve dinmeyen gözyaşlarıyla tanıdı.
Bir yazar da, “hep fakir ailelerin çocukları şehit düşüyor” söylemini orduya karşı psikolojik savaş taktiği saydı; Türkiye nüfusunun çok önemli bölümünün fakir olduğunu, fakir çocukların okuyamadıklarını, zengin çocuklarının okuyarak askerliklerini daha elverişli şartlarda yaptıklarını yazdı. “Fakir çocukları okuyamadıklarına göre tabii ki şehit olacaklar” demeye getiren yazar, “Şehit askerler, ‘zengin çocukları’ olsalardı, geride bıraktıkları bebekleri perişan giysilerle değil de şık giysilerle cenazede ağlasalardı, daha mı az üzülecektiniz?” diye sorabildi. (Mehmet Yılmaz, Hürriyet, 30 Ekim 2007)
* * *

Reel ve resmi vatanseverlik
Ünlü fotoğrafın Çanakkale kahramanları ya da Medine fukaraları olup olmadıkları da aslında çokça önemli değil.
Bu vesileyle konuşulması gereken daha önemli o kadar çok şey varki. Sadece sormuş olalım.
Örneğin, Çanakkale Savaşı kurtuluş savaşı mıydı?
Alman generallerinin emri altında verilen savaş kurtuluş savaşı olabilir mi?
Halife Kutsal Cihat ilan etmişti. Hıristiyan generallerin emrinde cihat nasıl bir şeydir?
Osmanlı, emperyalistler arası hesaplaşmanın tarafı olmak zorunda mıydı?
Savaşı Almanya kazansaydı, Sevr Antlaşması Almanca yazılmayacak mıydı?
Çanakkale geçilmedi mi? Geçilmediyse Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul’u kendi kendimize mi işgal ettik?
Çanakkale’de ve öteki cephelerde savunulan vatan mıydı yoksa padişahın mülkü müydü?
Kurtuluş Savaşı bile düşmana tutsak düşmüş hilafet ve saltanatı kurtarmak iddiasıyla başlamadı mı?
İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi tarafsız kalmak varken Alman emperyalizminin safında savaşa girip, orduyu Alman generallerinin emrine veren, Sarıkamış’ta en tecrübesiz ve tedbirsiz kurmay subayın bile aklına gelmeyecek çılgınlıkla 60 bin askeri donduran, en az o kadarını çöllerde kavuran, İstanbul’dan verdiği emirlerle Çanakkale’de zayiatı ikiye katlayan Enver Paşa hayırla anılacak bir vatansever midir?
Enver Paşa vatansever olmalı ki, naaşı 1996 yılında Türkiye’ye getirilerek Hürriyet-i Ebediye şehitliğinde toprağa verildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt da 26 Aralık 2007 tarihli anma mesajında, “Sarıkamış Harekâtı, üstün bir cesaret ve feragat örneği olmasının yanında imkânsızın mümkün kılınması için ortaya konan çaba ve örnek bir bağımsızlık tutkusuyla bizim için ayrı bir değer taşımaktadır” diyerek Sarıkamış faciasını sahiplendi.
Ülkeyi felakete sürüklediği savaşın sonunda Alman denizaltısıyla firar eden Enver Paşa vatansever sayıldığına göre, İngiliz zırhlısıyla firar eden Vahdettin’i vatan haini saymak haksızlık değil mi? Alman denizaltısıyla firar etmek mübah da İngiliz zırhlısıyla kaçmak mı günahtır?
Çanakkale Savaşı için, Sarıkamış faciası için hıçkıra hıçkıra ağlanır da Sakarya Savaşı için neden aynı derecede gözyaşı dökülmez?
Emek dünyasına gözleri kapalı ya da düşman reel-resmi vatanseverlik ve dincilik niçin hep emperyalist kovboyun terkisinde ya da mercedesin bagajındadır?
Sadece sormuş olduk.

Rahmi Yıldırım
25 Ocak 2008

17 Mart 2015 Salı

ZİNDANA TIKILAN ADALET: SARP KURAY

Cezaevindeki bir tutuklu ve hükümlüyle arkadaş sıfatıyla görüşebilmek, savcılığın iznine bağlı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın dilekçemize olumlu yanıt vermesini doğrusu beklemiyorduk. Sabah saat 10.00’da verdiğimiz dilekçenin öğlen 12.00’de “Uygundur” kaydı ve mührüyle iade edilmesi sürpriz oldu.
Türkiye sosyalist hareketinin önderlerinden Sarp Kuray, tek kişilik örgüt lideri olarak 6 yıldır cezaevinde. Sincan F2 Cezaevi Ankara’ya 45 kilometre uzakta. Özel araç yoksa, ulaşım olanağı hayli kısıtlı. Celal Özcan yardım etmese, şans eseri verilen görüş izni elden kaçabilirdi.
Hiç vakit yitirmeden yola koyulduk. Yiyecek içecek türünden bir şey götürmek yasak. Çam sakızı çoban armağanı deyip, Kışlada SOLkırım kitabını yanımıza aldık.
Ziyaretçi olarak cezaevine girmek kolay değil. Yerleşkenin en dışında aracımızı park edip ceplerimizde ne var ne yok araçta bıraktık. Sadece kimliklerimiz ve görüş izni evrakıyla ilk kapıyı geçtik. X Ray cihazı sorun çıkarmadı. Sorun çıkarsa, iş çıplak aramaya kadar varabilecekti.
Yerleşke içinde yolculuk cezaevi araçlarıyla sağlanıyor. Araçlar on beş dakikada bir servise çıkıyor. Gelen otobüse sıkış tıkış yerleştik. Ziyaretçiler Anadolu’nun kavruk insanları. Öyle ki aralarında beyaz Türk gibi kaldık. Yolculuk sırasında Celal bizlere yerleşke hakkında brifing veriyor. Burası L Tipi. Burada adli tutuklu ve hükümlüler kalıyor. Burası F1 Cezaevi. Burada Ergenekon ve Balyoz davalarının paşaları kalmışlar…
Nihayet F2 Cezaevi durağında iniyoruz. İdari bina ve eklentileri cezaevinin dışında. Ziyaretçi girişi yazan kapıdan giriyoruz. Kayıt kabul görevlileri son derece nazikler. Görüş izni evrakını ve kimliklerimizi bilgisayara kaydediyorlar. Karşılığında bir ziyaretçi kartı verip avuç içlerimizi dijital ortama tanıtıyorlar. Bir süre bekliyoruz. Bu sırada bekleme salonundaki tabloları, mini kitaplıktaki kitapları, Basında Sincan Cezaevi seçkisini, yerleşkeyi ziyaret eden yabancı konukların fotoğraflarını süratle gözden geçirme imkânı buluyoruz. ATO Başkanı Sinan Aygün’ün Sincan Cezaevi’ne övgüleri özellikle dikkat çekici.
Nihayet görüş sırasının geldiğini bildiriyor görevliler. Celal bize mihmandarlık yapıyor, yol gösteriyor. Celal’i salona geri gönderip F2’nin kapısından içeri giriyoruz. Görevli uzman jandarmalar üst baş araması yapıyorlar. Pantolonumun arka cebinde plastik tarak ve mendil kalmış. Bu şekilde içeri giremeyeceğim, bu eşyaları bırakmam gerektiği söyleniyor. Kapıdan çıkıp tarak ve mendili bir taşın üzerine bıraktım.
Cezaevine kapatılan kişinin üzerine 7 kapı kapatılır 7 kilit vurulur. 12 Eylül’ün Metris’indeki uygulama böyleydi. Sincan F Tipi’nde saymadım kaç kapıdan geçtiğimizi. Şu an, son kapıdan geçeceğiz. En dehşetlisi de bu kapı. Dişlilerden oluşan turnike tipi bir kapı. Ziyaretçi kartı okutuluyor, avuç içi okutuluyor, dişlilerden oluşan turnike öyle açılıyor.
Turnikeyi de geçtikten sonra sola açılan koridordan görüş hücrelerinin bulunduğu bölüme vardık. Hücrelerde dahili telefonlar var. Arada ise çift katlı cam. Nihayet Sarp ağabey çift katlı camın arkasında göründü. Kollarımızı kavuşturup kucaklaşır gibi yaptık. Hemen telefonlara sarıldık. Bizim taraftaki telefon Namık ile benim aramda. İkimiz de kulaklarımızı tek ahizeye yapıştırdık. Sarp ağabey gümbür gümbür konuşuyor. Fark ettim ki, telefonsuz da sesi duyulabiliyor. Ben kulağımı telefondan çektim.
Sarp ağabey, 6 yıl önce nasıl yolcu ettiysek öyle. Fizik olarak yıpranmamış. Konuşması, ruhen de diri kaldığını gösteriyor. Sevindik.
Görüş süresi yarım saat idi. Daha çok Sarp ağabey konuştu, hiç eksiltmediği heyecanıyla aşkla şevkle konuştu. Tefeci bezirgân hâkimiyetine karşı isyan eden devrimcilerden dem vurup, Resneli Niyazi ile birlikte Balkan dağlarına çıktı. Abdullah Öcalan’ın 2004 yılında “Sarp’ın zamanıdır” sözlerini anımsattı. Ziyaretin 9 Mart gününe rastladığına dikkati çektik, karşılıklı gülüştük. HDP içindeki eski dostlarının kendisini hiç ziyaret etmediklerine sitemini bizimle paylaştı. Ortak tanıdıklardan söz ettik ki, kimileri ADAM-DER içinde bulunuyorlar.
Tam Sarp ağabey 1919’ların güncellenmesi gereğinden söz etmeye başlamıştı ki, gardiyan yarım saatin dolduğunu duyurdu. Asıl güncellenmesi gereken 1919 mudur, 1917 midir, yoksa ikisi birden mi güncellenmelidir? Bir saniye bile konuşmaya fırsat olmadı. Kasım ayında buluşmak dileğiyle vedalaşıp, Sarp ağabeyin gözden kayboluşunu izledik.
Dönüşte aynı kapılardan geçtik. Dişli turnike Namık’a azizlik yaptı, bir türlü açılmadı. Gardiyan kendi bilgilerini okutup Namık Kemal Sayın’ı kurtardı. Cümle kapısından çıktığımızda taş üstüne bıraktığım tarak ve mendil olduğu gibi duruyordu…
Cezaevinde yatanlar bilir. Tahliye olanın aklı yüreği cezaevinde kalır. İçinden sürekli “Kırılsın zincirler yıkılsın duvar” diye mırıldanır.
Metris Cezaevi’nden çıkalı 30 yıl olmuş, hâlâ “Mapusun içinde …” diye mırıldanıp duruyorum.